HAKKI YILMAZ TEFSİRİNDEN
Hatalı Çeviri:
2. İnsanı da bir parça kan pıhtısından.
Doğrusu:
1-2.Oluşturan; insanı embriyondan oluşturan Rabbinin adına öğren-öğret!
3. Oku, Rabbin sonsuz iyilik ve ikram sahibidir.
4. Kalemle yazmayı, çizmeyi ve kalem kullanmayı öğretendir.
5. İnsana bilmediğini belleten de O'dur.
Doğrusu:
3-5. Öğren -öğret!
1.ALAK(EMBRİYON)SURESi
Adını ikinci ayetinde geçen alak sözcüğünden alan bu sure, Mekke’de inen ilk suredir. Alak suresini bütün incelikleriyle anlamak, onun indirilen ilk sure olduğunu bilmek ve bunu dikkate almakla mümkündür. Edebiyattaki “mukaddime” usulüne kıyas edilerek bu sureye “Kur’an’ın önsözü” de denilebilir. Bu özelliği dikkate alındığında, surenin ibaresinden, işâresinden, delâletinden ve iktizasından hareketle Kur’an’ın bütününe ulaşmak; Kur’an’da neler bulunduğu, Kur’an’ın neler içerdiği hakkında genel bir kanaate varmak mümkündür.
Bu sure ile Yüce Allah, Muhammed’i muhatap alıp ona konuşmuştur. Tek taraflı bir hitap olan bu konuşmayla, Muhammed b. Abdullah’ı tüm insanlığa gönderdiği İslam Dininin son peygamberi olarak görevlendirmiştir. Bu sure ile ona ilk mesajlarını vahyetmiş, bu mesajların gereğini yerine getirme konusunda peygamberinin zihninde oluşan bazı soruları da gidermiştir. İçeriğini daha iyi anlayabilmek için surenin yukarıda sayılan özelliklerini dikkatten uzak tutmamak gerekir.
Ayetlerin İnişleriyle İlgili Meşhur Rivayet
Peygamberimize ilk vahyin gelişiyle ilgili rivayet şöyledir:
“Bize, Yahya b. Bükeyr, ona Leys, ona Ukayl, ona İbni Şihap, ona Urve b. Zübeyr, Urve de müminlerin annesi Ayşe’den tahdis etti. Müminlerin annesi Ayşe şöyle dedi:
Rasülüllah’a ilk vahyin başlayışı, uykuda doğru rüya görmekle olmuştur. Her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi ortaya çıkardı. Sonraları ona yalnızlık sevdirildi. Hıra dağındaki mağaraya yalnızlığa çekilir, belirli gecelerde ailesinin yanına gelinceye kadar ibadet ederdi. Tekrar yiyecek içecek alır, yine giderdi. Tekrar Hadice’nin yanına döner, yiyecek içecek tedarik edip yine giderdi. Ta ki vahiy gelene kadar…
Birgün Hıra mağarasında iken melek ona geldi, “إقرأ oku” dedi. O da “ ما انا بقارئ Ben okuyucu değilim” dedi. Peygamber buyurdu ki: “O zaman melek beni alıp takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “إقرأ oku” dedi. Ben de ona, “Ben okuyucu değilim” dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “إقرأ oku” dedi. Ben yine, “Ben okuyucu değilim” dedim. Sonra beni üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra bırakıp:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı kan damlasınjjdan yarattı. Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir.”
Bunun üzerine Rasulüllah, bu ayetlerle yüreği titreyerek Hadice’ye döndü. “زمّلونى زمّلونى Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!” dedi. Korkusu gidinceye kadar vücudunu sarıp örttüler. Ondan sonra, olanları Hadice’ye haber verdi. “Kendimden korktum” dedi. Hadice de:
“Hayır, vallahi. Allah seni ebediyen rüsva etmez. Çünkü sen, yakınlarına sıla yaparsın, acizlerin işini görürsün, fakire yardım eder, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak vekillerine yardımcı olursun” dedi. Ve hemen Peygamberi alıp amcasının oğlu Varaka’ya götürdü. Bu kişi cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş bir kişi idi. İbranice yazı yazmasını bilir, İncil’den Allah’ın dilediği kadar bazı şeyleri İbranice yazardı. Ve kördü. Hadice, Varaka’ya:
“Amcaoğlu dinle! Kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka:
“Ne var kardeşimin oğlu?” diye sorunca, Rasulüllah, gördüğü şeyleri ona haber verdi. Bunun üzerine Varaka:
“O gördüğün, Allah’ın Musa’ya indirdiği Namus’tur. Ne olurdu, senin davetin günlerinde ben de genç olsaydım. Kavminin seni çıkaracakları/hicrete zorlayacakları zaman sağ olsaydım.” Bunun üzerine Rasulüllah:
“Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da:
“Senin gibi bir şey getirmiş [vahiy tebliğ etmiş] bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine ulaşırsam sana son derecede yardım ederim” dedi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka öldü. Ve bir müddet vahy kesildi.”[1]
Alak suresi şimdiye kadar bu rivayet doğrultusunda anlaşılmaya çalışılmıştır. Oysa ayetleri anlamanın en iyi yolu, onları Kur’an’ın diğer ayetleriyle açıklama ilkesinden hareket ederek sureyi Kur’an’ın genel çerçevesi içinde anlamaya çalışmaktır. Bu ilke, öncelikle vahyin başlangıcını anlatan ve yukarıda özeti verilen meşhur rivayetin Kur’an ışığında dikkatle incelenmesini gerektirir.
Bu incelemenin bizi ilk elde ulaştıracağı sonuçlar şunlardır:
•İlk vahiylerin uyku esnasında inmediği Kur’an ile sabittir.
(Necm/11-13) Rivayette iddia edildiği gibi ilk vahiyler rüyada inmiş ise, bunun Alak suresinden önce vuku bulmuş olması ve o rüyada inen vahye ait başka ayetlerin de bulunmuş olması gerekir. Böyle bir şeyin kabulü ise vahyin eksik toparlandığının kabulü olur ki, bu hem tarihî belgelere hem de Rabbimizin kitabını koruma vaadine ters düşer. Ayşe’den rivayet edilenler doğru ise, rivayette sözü edilen vahiyler ancak Ayşe’nin olayları hatırlayabileceği çağa ve peygamberimizin evine dâhil olduğu döneme ait olabilir.
Rivayet, Ayşe’nin ağzıyla, sanki Ayşe olaylara tanık olmuş ve anlatmış gibi aktarılmış, geniş bilgi verilmemiştir. Hâlbuki herkes tarafından bilinmektedir ki, ilk vahiyler geldiğinde Ayşe küçük bir çocuktur.
- Peygamberimiz, kendisine ilk vahiy geldiğinde korkmamış, ürpermemiştir. (Necm/13-17) Varaka gaybı bilmez, bilemez. Bu rivayette Varaka, tahminin de ötesinde, kehânette bulunmaktadır. Rivayetin peygamberlerin öz yurtlarından çıkarılmasıyla ilgili bu bölümü İbrahim suresinin 13. ayetinden alınmış gibi görünmektedir. Böylece Rabbimizin değişmez ve şüphe götürmez beyanı Varaka’ya isnat edilmiştir.
13,14.Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenkimseler, elçilerine: “Ya sizi kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız, ya da kesinlikle bizim dinimize/ yaşam tarzımıza döneceksiniz!” dediler. Rableri de elçilerine: “Biz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları kesinlikle değişime/ yıkıma uğratacağız ve onlardan sonra sizi kesinlikle o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir” diye vahyetti.
(İbrahim/ 13,14)
88,89.Toplumundan büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şu‘ayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden kesinlikle çıkarırız, ya da bizim dinimize/ yaşam tarzımıza dönersiniz!” Şu‘ayb, dedi ki: “İstemesek de mi! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize/yaşam tarzınıza dönersek, kesinlikle Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi dışında ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz bilgisi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a güvenip dayandık.” –Ey Rabbimiz! Bizimle toplumumuz arasında hak ile hükmet. Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!– (A’raf/ 88, 89)
86.Ve sen Kitab’ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/ yardımcı olma.(Kasas/86)
Kur’an’a göre ilk vahiy Hıra Mağarası’nda değil, Mescid-i Aksa’da; Cennetu’l-Me’vâ denilen yerde gelmiştir. Hıra mağarası ile ilgili rivayetler, hem Peygamberimizi hem de vahyi rencide eder.
- Bu rivayet doğruysa, Kur’an’da tam üç tane “ikra” sözcüğünün eksik olduğunun kabul edilmesi gerekir.
- Eğer bu rivayet doğru sayılırsa, ilk mümin, ilk müslüman Peygamberimiz değil, En’âm/l4, l63 ve Zümer/12′nin hilâfına Hatice olur.
Rivayetteki “bir müddet vahiy kesildi” ifadesi karşımıza bir de “fetret” problemini çıkarmaktadır. Sözlük anlamı olarak, “bir çeviklikten sonra gevşeme, sertlikten sonra yumuşama, güçlülükten sonra gelen zayıflık, aralık, boşluk” demek olan fetret,konumuz itibariyle “tebliğsiz dönem” anlamına gelir. Bu “tebliğsiz dönem”in ne kadar sürdüğü rivayetten rivayete değişmektedir; 12, 15, 25, 40 gün, hatta 3 sene sürdüğünü iddia eden rivayetler vardır. Bu rivayetler, Fetret’in sebepleri konusunda da birbirleriyle çelişkili bir çeşitlilik arz ederler. Fetret’e, yani vahyin kesildiğine ve bunun sebebine dair rivayetler güvenilir olmaktan çok uzaktır.
Fetretin nedenlerine dair Razî’nin naklettiği şu görüşler, konuyla ilgili rivayetlerin neden güvenilir olmadığını gösterecek niteliktedir:
1- Ehl-i Beyt içinde tırnağı uzun olanlar varmış.
2- Peygamberimiz bir savaşta ayağını taşa vurup kanatmış, bunun üzerine “Sen, kanayan ve karşılaştığı şey Allah yolunda sayılan bir parmak mısın?” diye sızlanmış. Allah da buna kızmış, vahyi kesmiş.
Oysa bu olay, Sahih-i Buhari’de başka konular dolayısıyla yer alan ve ilk vahiylerin gelmesinden yıllar sonrasına ait bir olaydır.
3- Peygamberimizin evinde, torunları Hasan ile Hüseyin’e ait köpek yavruları varmış. Bu nedenle, bir melek olan Cebrail peygamberimizin evine girememiş.
Oysa peygamberimizin kızı Fatıma, Ehli Sünnet kaynaklarına göre vahyin başlangıcında henüz beş yaşlarında bir çocuktu. Şia kaynaklarına göre ise peygamberimizin nübüvvetle görevlendirilmesinden beş yıl sonra dünyaya gelmiştir. Eşi Ali ile evlenmesi ise hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. İlk vahiyler sırasında çocuk oldukları iddia edilen Hasan ve Hüseyin, gerçekte hicretin ikinci yılından sonra dünyaya gelmişlerdir.
4- Yahudiler peygamberimize Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf hakkında sorular sormuşlar, peygamberimiz de “yarın cevap vereyim” demiş fakat “İnşaallah” dememiş.
Halbuki Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf’ten Kur’an’da ilk defa 69. sure olan Kehf suresinde söz edilmektedir. Alak suresi ile Kehf suresinin inişleri arasında en az on yıllık bir zaman farkı vardır.
Gerçekte fetret denen böyle bir dönem yaşanmamış, vahiy kesintisiz olarak devam etmiştir. Aslında Duhâ/3 ayeti, fetret konusuna malzeme yapılmıştır. Birçok çevirmen ve yorumcu bu ayeti, Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı şeklinde anlamış ve ilk vahiyle bu ayet arasında bir fetret döneminin bulunduğu kanısına varmıştır. Oysa Duhâ suresi, iniş sırası olarak 11. suredir. Eğer bu kabulleri doğru olsaydı, ilk vahiyden sonra -bu ayete kadar- hiç vahiy gelmemiş olması veya Duhâ suresi’nin 2. sure olması gerekirdi.
Söz konusu ayetin doğru anlamı, Rabbin sana darılmayacak ve seni bırakmayacak (Duhâ/3) şeklindedir. Yani, bu ayetle Peygamberimiz ve misyonu kesin bir dille teminat altına alınmıştır. Bu ayetteki ifadeler, ayetin içeriğine kesinlik kazandırmak [olacağın kesinliğini tembih] maksadıyla geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. Kur’an’da bunun, -Ay’ın yarılması gibi- yüzlerce örneği vardır. Duhâ suresi’nin söz akışı da buna delâlet etmektedir.
Bu surenin iniş sebebi, Rabbimizin rahmet ve hidayeti kendine yazmış [farz kılmış] olmasıdır. Daha sonraki ayetlerden öğreneceğiz ki Rabbimiz, Rahman ve Rahîm olmasının bir gereği olarak rahmeti kendi üzerine borç kılmıştır (En’âm/12, 54); hidayeti üzerine yazmıştır (Leyl/12, Nahl/9); her canlıya rızık vermeyi üzerine borç kılmıştır (Hûd/6).
Yeryüzünde özgürlükler ortadan kaldırılarak insan onuru ayaklar altına alınıp birtakım ilâhlar, rabler oluşturulduğu, şirk, haksızlık, yanlış işler ve kargaşa yaygınlaştığı, doğadaki denge bozulduğu dönemlerde Allah, rahmeti gereği müdahale edip o toplumlara elçi gönderip kitap indirir. Allah, rahmeti üzerine borç kabul etmiştir. İşte Mekke’de bu koşullar altında Muhammed elçi seçilip vahye muhatap olmuştur.
Bu işleri kendine farz kılan Rabbimiz, insanlara hidayet etmeyi [doğru yola kılavuzlamayı]; onlara akıl ve vicdan vermek, peygamber göndermek ve kitap indirmek suretiyle yerine getirmiştir.
Yüce Allah’ın hangi şartlarda toplumlara peygamber gönderdiği, Kur’an’ın birçok suresinde doğrudan ya da dolaylı olarak dile getirilmektedir.
Allah’ın yozlaşmış toplumlara peygamberler göndermesi konusundaki ilahî sünneti gereği, tüm insanlık genel bir hidayet çağrısına muhtaç bir durumdaydı. O günün Mekke’sinde de dinî inanç yozlaşmış, bu yozlaşma ve bozulmalar sonucu yüzlerce tanrısı bulunan müşrik bir kitle oluşmuştu. Bu kitlenin giderek tâğûtî bir sistemle kaynaşması, doğrudan şirk inancının bir sonucuydu. Her tâğûtî sistemde olduğu gibi, orada da alt kesimdeki insanları hor ve hakir gören yeni firavunlar ve küstah asilzadeler türemişti. Bunlar kendi rabliklerinin ve kurdukları düzenlerin sarsılmaması için ihtirasla gayret göstermekteydiler.
Böyle bir ortamda doğmuş ve büyümüş olan Muhammed b. Abdullah, o toplumdan biri olmasına rağmen farklı bir uygulamaya tâbi tutulmuş, Rabbinin özel nimetine mazhar olmuştu. Onun henüz peygamber olmadan mazhar olduğu bu nimet, Allah’ın tektanrıcı bir müslüman olan İbrahim (as)’e de verdiği “doğruyu bulma yeteneği”nin ona da bahşedilmiş olmasıydı (Enbiya/51).
O, kendisine bahşedilen bu anlama ve kavrama yeteneği sayesinde dalâletten kurtulmuş, tevhîd mücadelesi veren, bu uğurda toplumuyla tersleşen bir kimliğe bürünmüştü. Artık onlardan biri değildi, aksine onların şirkini ve tâğûtî düzenlerini protesto ediyordu.
O tarihte Kâbe, Mekkelilerin halka açık parlamentosu, ibadet merkezi idi. Kâbe’de yaptıkları ibadetler; beytin çırılçıplak tavaf edilmesi, ıslık çalarak ve el çırparak gösterişle salat ikame edilmesi şeklindeki yozlaşmış ibadetlerdi (Enfâl/35). Kâbe’nin içi ve çevresi, sahte tanrıların yüzlerce heykeliyle doluydu. İdare ise yöresel firavunlar mesabesindeki Daru’n-Nedve üyelerinin kontrolündeydi. Ne var ki, artık aralarında onlara karşı koyacak kimsesiz bir adam vardı: Muhammed b. Abdullah.
Kâbe’nin Arablar arasındaki işlevini de dikkate alarak, bir karşılaştırma ve tespit yapmak için önce o günün Mekke’sinin emiri, kerîmi Ebu Cehl’i, sonra da yine Mekke’de doğmuş-büyümüş Muhammed b. Abdullah’ı düşünmek gerekir.
Bu hal ve şartlar içinde, Muhammed b. Abdullah bir gece Kabe’de salat etme; birin aydınlatma, sosyal destek sağlama girişiminde bulunmuş fakat bu arzusu Ebû Cehl tarafından engellenmişti. (Alak/9-10). Bakara/185′e göre Ramazan ayı içinde yer alan bu gece, Duhân/3′teki adıyla “Mübarek Gece”, Kadr suresi’ndeki adıyla “Kadr Gecesi”dir. Alak/9-10′da bahsedilen “kul”, ittifakla Muhammed b. Abdullah’tır.
Bu tartışma ve salattan engelleme sonrasında Muhammed b. Abdullah, bulunduğu Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürür. Nitekim bu olay İsrâ/1′de, “Yürüten… Allah tarafından yürütülen” ifadeleriyle anlatılır,
Mescid-i Haram’ı biliyoruz, ama Mescid-i Aksa neresidir?
Kur’an’da geçen Mescid-i Aksa, bugünkü bildiğimiz Kudüs’teki Mescid-i Aksa değildir. Kur’an’da geçen Mescid-i Aksa, Mekke’de; Haram bölgenin kenarında, Taif yolu üzerinde, Cirâne vadisinin yamacında eski bir mesciddir. İslâm’ın ilk yıllarında Kudüs’te bulunan -bu günkü Mescid-i Aksa’nın yerindeki- mescidin adı Beytü’l-Makdis’tir. Beytü’l-Makdis’in inşası Süleyman Peygambere dayanır. Abdülmelik b. Mervan, Beytü’l- Makdis’in yıkıntıları üzerine bugünkü mescidi yapmış ve adını da “Mescid-i Aksa” koymuştur. Kur’an’da adı geçen mescitle ilgisi bulunmamakla beraber Abdülmelik’in yaptırdığı bu mescid de aynı isimle meşhur olmuştur. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi inşaallah İsra suresi’nin tahlilinde verilecektir.
Muhammed b. Abdullah’ın geceleyin yürütülüşünün nedeni, İsra/ 1’den öğrendiğimize göre, Rabbimizin, ayetlerinden bir kısmını ona göstermeyi irade etmesidir:
Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/ alâmetlerimizden/ göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir. (İsrâ/1)
Orada neler oldu?
6,7.Ve müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufukta idi. 8,9.Sonra yaklaştı ve hemen sarktı. İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu. 10.Hemen de kuluna, 14.son kiraz ağacının yanında 15.–ki yanında oturmaya değer konaklama yeri vardır– vahyettiğini vahyetti. 16.O zaman kiraz ağacını kaplayan kaplıyordu.11.Gönlü, gördüğünü yalanlamadı. 12.Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz?/Onun gördüğü şey hakkında o’nunla mücâdele mi ediyorsunuz?
13.Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü. 17Göz şaşmadı ve azmadı. 18Andolsun, Rabbinin alâmetlerinin/göstergelerinin en büyüğünü gördü. (Necm/7-18)
Evet, en büyük ayeti gördü: Vahiy aldı, peygamber oldu. İlk aldığı vahiy “ikra!”dır.
Muhammed b. Abdullah artık bir peygamberdir. Bundan sonra sadece Rabbi adına hareket edecektir.
Musa (as) ve Muhammed (as)’in ilk vahiy alışları arasında benzerlik vardır. Musa bir ateş görür, ateşten bir parça kor almak için ateşe doğru yürür ve dağa çıkar. Orada bir ağaçtan tecelli [görüntü ve ses] etmesiyle vahye muhatap olur. Muhammed de Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürür ve orada son sidre ağacından bir tecelli ile vahye muhatap olur. (Kasas/30 ve Tâ-Hâ/9-24. ayetleri tetkik ediniz.)
MEAL:
RAHMAN RAHİM ALLAH ADINA
1-2.Oluşturan; insanı embriyondan oluşturan Rabbinin adına öğren-öğret!
3-5.Öğren -öğret!
Senin Rabbin ise kendilerini üstün biri sayan o kişilerden daha üstün olandır. Senin Rabbin ki kalemle öğretti. O, insana bilmediğini öğretti.
TAHLİL
1-2.Oluşturan; insanı embriyondan oluşturan Rabbinin adına öğren-öğret!
Ayetin orijinalindeki “İkra” sözcüğü, “karae” fiilinin emir kipidir. Bu sözcük İbranice ve Süryanice’de de mevcuttur. Meselâ, şu anda bile Süryanice’de “okumak” sözcüğü için “kıryono” kullanılır. “İkri” sözcüğü de “adımla, oku” anlamındadır. Araştırmacılar “ikra” sözcüğünün hangi dilden diğerine geçmiş olduğu konusunda kesin bir kanaat sahibi değildirler.
Henüz defter-kitap ortada yokken karae sözcüğü,“hayız kanının rahimde toplanması ve dışarı atılması” anlamına üretilmiş [vaz edilmiş] ve zaman içerisinde de kadınların hayızlı günleri ile hemen arkasından gelen kanamasız günleri kapsayan dönemlerin adı olarak kullanılmıştır. Nitekim sözcüğün Bakara/228′deki kullanımı da bu anlamdadır.
Daha sonra sözcük, istiare [ödünç alma] yoluyla “bir şeyleri biriktirip onu dağıtmak, başka yerlere nakletmek” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. “Develerin hamile kalarak yavruyu rahimde taşıyıp sonra da doğurmasına” karaet’in-nâqatu denilirdi.[2]
Aynı sözcük, yukarıdakilere ek olarak “harfleri, kelimeleri, cümleleri ya da bilgileri bir araya getirip bir başkasına nakletme” eylemi için de kullanılmaktadır. Zaten bu sözcüğün “okumak” anlamında kullanılma nedeni de budur.
Ne var ki, karae sözcüğünü “okumak” diye çevirmek yeterli olmadığı gibi, böyle çevrilmesi onun Kur’an’da neden kullanıldığını anlamak bakımından da yanlış sonuç verir. Çünkü Türkçe’de kullanılan “okumak” sözcüğünün karşılığı, Arabça’da “tilâvet”tir. Buna, hazırdaki bir metni okumak diyebiliriz. Ancak Kur’an’ın ikra sözcüğü ile bu anlamda bir okumayı kasdetmediği açıktır. Nitekim “6-8Bundan böyle sende bilgi birikimi sağlayıp onu başkalarına ulaştırtacağız sonra da sen unutmayacaksın/ terk etmeyeceksin. Ancak Allah dilerse başkadır. Kuşkusuz ki O, açığı da bilir, gizliyi de. Ve sana “En Kolay Olan”ı/ seni en çok mutlu edecek olan şeyleri kolaylaştıracağız”[3] ayeti göstermektedir ki, kıraat, “önce bir şeyleri zihinde, kitapta vs. toparlayıp-hazırlayıp, sonra başkalarına sözlü ya da yazılı olarak aktarmaktır.” Bir gazeteyi, dergi veya kitabı sessizce okuyup bir şeyler öğrenmek,kıraat sözcüğünün ifade ettiği “okumak” değil; tilâvet sözcüğünün ifade ettiği “okumak”tır. Görüldüğü üzere ikra sözcüğünün temel anlamı tek bir sözcükle ifade edilememektedir. Meal ve tahlilde ikra sözcüğüne “oku” diye anlam vermiş olsak bile, doğrusu açıkladığımız gibidir. Bu husus dikkatten kaçırılmamalıdır.
Bu durumda, konumuz olan ikra emrinden, Peygamberimizde bir şeylerin biriktirileceğinin ve sonra da bunların yine ona dağıttırılacağının anlaşılması gerekir. Diğer bir ifadeyle, Peygamberimiz Allah’tan bir şeyler öğrenecek; öğrendiklerini de insanlara sözlü veya yazılı olarak öğretecektir. Kendisine ikra ile emredilen [verilen görev] işte budur.
Bu konuda şu ayetlere bakılabilir: İsrâ/14, 45, 93, 106; Nahl/98; Şu’arâ/199; A’râf/204; İnşikak/21; A’lâ/6 ve Müzzemmil/20.
Ancak unutulmamalıdır ki, bu ayetler kendisine vahyolunduğu zaman Peygamberimiz henüz neyi okuyacağını, zihninde neyi toparlayacağını, neyi depolayacağını, neyi taşıyacağını ve neyi dağıtacağını bilmemekteydi.
Hûd/1’de belirtildiği gibi, Kur’an’ın önce ihkam [yasalaştırma], sonra tafsil [detay, ayrıntı] üslûbu doğrultusunda olmak üzere, Kur’an’ın önsözü mahiyetinde olan bu surede işaret edilenler, ileriki ayet ve surelerde detaylandırılacaktır,
Kur’an sözcüğü de bu kökten türetilmiş “furkan” kalıbında mastar ve isimdir. Allah’ın son vahyine isim olarak koyduğu bu sözcük, “emir, nehiy, kıssa, toplanıp dağıtılan [Allah’tan alınıp, kullara tebliğ edilen], Allah’tan öğrenilip kullara öğretilen” anlamına gelmektedir.
Özetle, ikra emri, toplamak ve dağıtmak anlamı ekseninde “vahyolunacakları zihninde toparla/oku/dağıt, tebliğ et” anlamına gelir. Bu nedenle biz burada “ikra’” emrini, “öğren öğret” diye ifade etmeyi uygun gördük.
Verilen görev, Yaratan Rabb adına olup yerine getirilecek görevde kişisel bir amaç ve çıkar söz konusu değildir.
Peygamberimiz bundan böyle Rabbini de yavaş yavaş tanıyacaktır: Yaratan, ekrem [en üstün olan], kalemle öğreten… Daha sonra Rabbülalemin [tüm yaratıkların programcısı], Rahman [çok merhametli], Rahîm [hep merhametli], Mâlik-i yevm’id-dîn [karşılık gününün hükümdarı], Rabb’ul-felâk [çatlamanın programcısı], Rabb’un-nâs [insanların programcısı], Habîr [her şeyden haberi olan]… Vahiy geldikçe Rabbimizin “Esma-i Husnâ” dediğimiz güzel isim ve sıfatları da yavaş yavaş öğrenilecek ve Rabbimiz kendisine layık bir şekilde tanınacaktır.
Rabb, “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak birtakım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten” demektir. Bu sözcük, mutlak anlamda sadece Allah için kullanılır. İnsanlar için, “evin rabbi”, “işyerinin rabbi” şeklinde kullanılır. Bu ifadeye en yakın anlamlı sözcük, Fransızca’dan Türkçe’ye geçmiş olan “patron” sözcüğüdür. Bu sözcük, her ne kadar yakın anlam ifade etse de, sadece ticarete özgü bir ifade olması nedeniyle rabb kelimesinin birebir anlamı sayılmaz. Bu nedenle, “rabb” kelimesini bir iki sözcükle ifade imkânı olmadığından Mealimizde sözcüğü Arapça haliyle bırakmak zorunda kaldık. O nedenle okurlarımız, yukarıdaki tanımı belleklerinde iyi tutmalıdırlar.
Rabb kavramı,“yaratan” ve “ilâh” gibi kavramlarla karıştırılmamalıdır.
Allah’ın rabb özelliği zerreden kürreye her nesne üzerinde ilk var oluşundan itibaren başlayıp son aşamaya kadar devam eder. Hiçbir varlık bu programdan ayrı değildir. Rabb sıfatı Kur’an’da en çok yer alan sıfattır. Öyle ki, tam 903 kez yer alır.
Ayetin orijinalindeki Alak sözcüğü, kelimenin sözlük anlamlarının dışında olarak eski tefsirlerde “kan pıhtısı” şeklinde karşılanmıştır. Bunun nedeni, ya ilk Yunan hekimi Hipokrat ve takipçilerinin etkisi, ya da düşük yapan bir kadında, düşük halindeki ceninin rahim kanıyla karışık görüntüsünün kabaca izlenimiydi.
Alak sözcüğü, “birleşmek, bitişmek, asılı olmak, cezp etmek, gönülden sevgi ve aşk”[4]anlamlarına gelir.
İnsanın yaratılışındaki “alak” evresi, “nutfe” evresinden sonradır (Mü’minûn/14, Hacc/5). Nutfe tarafından döllenen yumurta, rahime yapışır. Böylece embriyon, rahim üzerinde bir kök oluşturarak rahime çengelle asılmış gibi bir görünüm arz eder ve o kök ile beslenir. Rahime asılı bu döllenmiş yumurta adeta bir parazit pozisyonunu andırır. Başka bir ifadeyle aslında bu “larva”, yani embriyon kurtçuğu, parazitin bizzat kendisidir. Cenin, hamilelik süresince bir parazit olarak anneden beslenir.
Bu ayetten şu anlamları çıkarmak mümkündür:
Allah en basit, en olmadık şeyden mükemmel insanı yaratandır veya kibirli olanı [Ebu Cehl’i ve benzerlerini] pis bir şeyden yaratandır. İnsanın evveli cife [iğrenç şey], ahiri lâşedir [leş]. Öyleyse bu kibir niyedir?
Esasen, sadece insan değil, canlıların birçoğu da alak’tan yaratılmıştır. Ayette sadece insanın zikredilmiş olması, biyolojik canlılar içindeki tek akıl sahibi olup teklife muhatap alınması sebebiyledir.
Ayetten işaret anlamı olarak “koskoca insanı küçücük bir hücreden yaratan Rabbin, bir Muhammed’den de koskoca bir ümmet yaratacaktır” mesajı da alınabilir.
Alak/embriyonun mahiyetinin bu ayetin indiği dönemde henüz tam bilinmediği dikkate alınırsa, bu ayet içeriği itibariyle bugün mucize niteliği de taşımaktadır.
Anlatımlar Ebu Cehil’in şahsında tekil insana yönelik olmasına rağmen tüm insanlığı içine almaktadır.
Alaktan oluşturma
“ خلق halq” sözcüğü, Allah’a ait olan “yoktan var etme” eylemi değil, terzinin kumaştan elbise yapması, marangozun keresteden dolap yapması gibi “bir nesneden başka bir şey yapma” veya “uydurma; oluşturma” demektir.[5]
“خلق halq” sözcüğü Kur’an’da sadece Allah’ın yaratması için kullanılmaz.
Meselâ, Fecr suresinin 8. ayetinde Rabbimiz “Ülkelerde benzeri yaratılmamış olan sütun sahibi İrem’e” demek suretiyle Babil bahçelerini/kulelerini tanımlarken “لم يخلق مثلها Lem yuhlaq mislüha [benzeri yaratılmamıştı]” ifadesini kullanmıştır. Bizler biliyoruz ki, İrem’i yapan, Kur’an’daki ifadesiyle “halq” eden [yaratan] insanlardır.
Bundan başka, Rabbimiz Âl-i Imran suresinin 49. ayetinde “…انّى اخلق لكم enni ehlüqu leküm [sizin için yaratırım] …” ve Maide suresinin 110. ayetinde “ واذ تخلق ve iz tahlüqu mine’t-tıni [hani sen çamurdan yaratıyordun] …” diyerek yaratma sözcüğünü İsa Peygamber için, Ankebut suresinin 17. ayetinde “…وتخلقون إفكا ve tahlüqûne ifken [iftira yaratıyorsunuz] …” diyerek müşrikler için kullanmıştır.
“Halq” sözcüğünün yedinci yüzyılda inen bu ayette “mâ-i mevsule” ile kullanılışı ise, biyoloji bilimi açısından tam bir mucize mahiyetindedir. Bu konuda daha fazla detay, Necm suresinin 45 ve 46. ayetleri ile Abese suresinin 18-20. ayetlerinde karşımıza çıkacaktır.
3-5. Öğren -öğret!
Senin Rabbin ise kendilerini üstün biri sayan o kişilerden daha üstün olandır. Senin Rabbin ki kalemle öğretti. O, insana bilmediğini öğretti.
Bu suredeki “rabbike” [senin Rabbin] ifadesi, Fatiha suresinde “Rabbi’l-âlemîn” [âlemlerin Rabbi] olacaktır.
Ayet mealinde karşılığı [ise] olarak verilen vav, ayetin anlamı açısından son derece önemlidir. Çünkü vav sözcüğünün oradaki kullanılışı, cümlede bir mukayese yapıldığını göstermektedir. Ebu Cehl’in Kabe’de salat eden, sosyal faaliyetlerde bulunan Muhammed (as)’i engelleyişi ve hezeyanları, mukayese edilenin Ebu Cehl olduğunu gösterir. Yani, “o [Ebu Cehl] kerîm [cömert, saygın] ise, senin Rabbin ekrem’dir [en cömert, en saygın, en üstün olandır] anlamı ortaya çıkar.
Ayetdeki vav ihmal edildiği için meal ve tefsirlerin çoğunda “ise” sözcüğü bulunmamaktadır. Bu yüzden de ayetin işaret ettiği Ebû Cehl’in kerimliği akıldan uzaklaşmakta ve cümle sağlıklı olarak anlaşılamamaktadır.
Allah, Kendisini Peygamberimize tanıtmaya başlıyor: Rabb, yaratıcı, en cömert, en üstün ve bilgilendirici…
Kullar açısından en önemli, en gerekli şey ilimdir. Demek istenmektedir ki, bundan sonra Allah ilim akıtacak, vahyedecek ve Peygamber de onları toparlayacak; ezber edecek, yazdıracak ve insanlara tebliğ edecektir.
Peygamberimiz tâğûtla, tuğyanla, şimdilik ilimle mücadele etmeli; yani herkesi bilgilendirmeye çalışmalıdır.
Kalem ilmin sembolüdür. İşaret anlamıyla, gönderilecek vahiylerin kalemle yazılmasının, zapturapt altına alınmasının gereğine işaret eder. Zaten Peygamberimiz de her ayeti kâtipler eliyle yazılı hâle getirmiştir.
Kalem mecazî bir ifadedir. Kalem insanlığın gelişiminde ve yücelmesinde rol oynamış en önemli alettir. Kalemden amaç bilgidir, eğitimdir, okuldur, her türlü eğitim malzemesidir. Buradan, eğitimin tüm alt ve üst yapısının hazırlanması gereğini de anlamalıyız.
Kalem, mecaz olarak ele alınmaz ise, uydurma rivayetler ön plana çıkıverir, Arş’ın etrafına melekler oturtulur, önlerine hokkalar konur, peygamberimiz de miraçta kalemlerin gıcırtısını dinler ve gelir anlatır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder