14 Ocak 2021 Perşembe

ALAK 1-5 M.İSLAMOĞLU "(Varlığı) Oku/Bak/Seyret/Anla" "Sevgiden/İlgiden/Alakadan yarattı"


Mustafa İslamoğlu Tefsirinden

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Resulina Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ecmaiyn. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr.

Rabbim hayırla başlat, hayırla tamamlat. Rabbim bize kolay getir bize güç kılma amin.

Değerli Kur’an dostları bugün dersimize çağ açıp çağ kapatan Kur’an vahyinin gerçek manada çağ açıp çağ kapatan, insanlığın son çevriminde ki ebedi risaletin adı olan Kur’an vahyinin ilk inen ayetlerinin yer aldığı ‘Alâk suresini işleyeceğiz.

Vahiy; Allah insanla konuşmaya başladığında başladı. Vahiy bir gök sofrasıydı insanlığın ruhlarının önüne rabbimiz tarafından serildi acıkan ruhlar doysun diye, insan yolunu bulsun diye, kâinatın göz bebeğine çöp batmasın, kâinatın göz bebeği kör olmasın diye. İnsan yer yüzünde ki hilafet sorumluluğunu bi hakkın ifa etsin, kalfalık görevini hakkıyla yapsın diye. Zira insan ilahi rehberlik olmaksızın yolunu şaşırırdı. Eğer insan Allah’ın rehberliğini aldığınızda akıllı vahşiye dönerdi. En tehlikeli vahşi akıllı vahşi idi. Onun için rabbimiz insana ruhu üflediğinde ruh ile beraber fıtratı ve aklı verdi ve melekleri bu fıtrat ve akıl önünde yere kapanmaya davet etti. Hizmetine, emrine amade olmaya davet etti.

Aslında meleklerin yere kapandığı şey insanın cesedi değildi, insanın ölümlü tarafı değildi. Yani beşer değildi ve nefahtü fiyhi min RuhİY feka’u lehu sacidiyn. (Hicr/29) ne zaman ki ruhundan üfledim ona, işte o zaman o anda yere kapanın, secdeye kapanın emri, aslında secde edilenin beşer değil üflenen ruh, o ruh ile verilen akıl ve irade olduğunu ve secdenin de yer yüzü meleklerinin insanın emrine amade kılınması demeye geldiğini anlıyoruz.

İşte bu mana da vahiy insanlıkla yaşıttır. İlk insan, ilk vahiy. Hatta eğer kainatı “Kün” emri ile başlayan varlığı, oluşu dikkate alacaksak vahiy ilk olandır. Önce söz vardı diyen Yohanna incili doğru söylüyor. Hakikaten önce söz vardı. Eğer Allah bir şeyi yaratmayı murat ediyorsa en yekule lehu kün feyekûn. (Yasin/82) ona ol demesi yeterdi, o da oluş sürecine girer ve olmayı devam ettirirdi. Dolayısıyla vahiy aslında varlığın ilk halkasıydı. Ama biz burada vahiy ile bilincin inşasını, ilahi rehberliği anladığımız için insana olan vahyi dile getiriyoruz. Vahyin tarihinin insanlıkla yaşıt olduğunu söyledik. İnsanlığın son çevrimi vahyin de zirvesini teşkil etti. Vahyin zirvesi Kur’an vahyi idi, peygamberlerin zirvesi Abdullah İbn. Muhammed A.S. a, vahiylerin zirvesi Kur’an Hira mağarasında bir Ramazan gecesinde, bir Ramazan’ın pazartesi gününe denk gelen bir gecesinde inmeye başladı.

Abdullah oğlu Muhammed bir çöl kasabası olan ve etrafı lav kayalıklarıyla çevrili, ot bitmeyen, ırmağı olmayan, suyu olmayan, ormanı olmayan, ziraata elverişli olmayan, hayvancılığa elverişli olmayan bir vadide, Mekke vadisinde yetişti. Mekke 10.000 nüfuslu bir çöl kasabasıydı, yetimdi eşraf bir ailede dünyaya gelmişti Ben-i Haşim; Haşimoğulları ailesinden. Fakat ailenin gücü düşmüş, son yıllarda Mekke’de ki iki hasım, iki rakip güçten biri olan Mahzumoğlullarına geçmişti Mekke’nin reisliği.

İşte bu çerçeve de aile bir düşüşü yaşıyordu ve ailenin kurban edilmekten son anda kurtulan oğlu Abdullah, köken olarak Yesrip’li bir aileye mensup Amine ile evlenmiş, bu evlilikten hamile kalmıştı amine. Abdullah bu sırada 18 veya 19 yaşlarındaydı, zaten aynı yıl içerisinde de ticaret için gittiği Şam’dan dönerken doğduğu topraklara gelemeden yolda vefat etti ve geriye hamile eşini ve henüz yüzünü dahi görmediği yavrusunu bıraktı. Dolayısıyla Allah resulü babasını hiç görmedi yetim olarak dünyaya geldi.

Dünyaya geldikten sonra Ben-i Sad Bin Bekr kabilesine mensup Halime adlı bir emzikli kadın, yani emzikli bebesi olan bir süt anne tarafından süt yavru alınarak Ben-i Sad bin Bekr kabilesine götürüldü. Orada birkaç sene kaldı adet olduğu vechiyle badiye de. Çünkü Mekke’nin havası kuru ve sıkıntılı bir hava idi, küçük bebekler üzerinde aksi tesir yapıyordu.

Annesine döndüğünde doyasıya anne diyemedi Abdullah İbn. Muhammed. Çünkü rabbimiz annesini de alacaktı. Adeta seni ben terbiye edeceğim mesajıydı bu. Yani seni annene bırakmam, seni babana dahi bırakmam. Ve dedesine yaslandı AbdulMuttalib’e AbdulMuttalib’in sevgilisiydi. Onun minderine ancak o oturabiliyordu Kâbe’nin önünde ki Dâru’n Nedve’nin önüne serili minderine. Ve tam dede diyecekti ki dedesini de Allah elinden aldı.

25 yaşına geldiğinde Mekke’nin zengin ve ahlaklı dulu, daha önce kendisiyle birkaç kere ortak ticaret yaptığı Hatice Binti Huveylid ile evlendi. Bu evlilikten Allah resulünün çocukları oldu ve bunların en sonuncusu Fatıma, vahyin inişinden hemen 6 ay veya bir rivayette bir yıl önce doğmuştu. Ve işte tarihler MS. 610 yılını gösterdiğinde Mekke de insanlık tarihinin en büyük hadisesi gerçekleşti. Çağ açıp çağ kapatan bir olay bu, gerçek manada çağ açıp çağ kapatan. Karanlık çağları bitirip bitmeyen aydınlık çağları başlatan bir olay.

Allah resulüne yalnızlık sevdirilmişti. Allah resulünün daha önceden hiç şiirle uğraştığı görülmemişti, yazı yazmayı zaten bilmiyordu. Bölgede bin adamı sınıfına girmiyordu bin adamlığı iddiası hiç olmamıştı, şairlik iddiası hiç olmamıştı, kâhinlik iddiası hiç olmamıştı. Allah resulünden peygamberlik öncesinde olağan üstü bir olay sadır olmamıştı diyebiliriz rahatlıkla. Zira eğer Allah resulünden olağan üstü bir olay sadır olmuş olsaydı biz buna ne diyelim diye kara kara düşünen Mekke’nin inkârcıları Kâhin diyelim, şair diyelim, efendim mecnun diyelim, arraf diyelim deli diyelim vs. ihtimalleri ortaya atıldığında Kâhin diyelim diyene ya ne söyleyelim, biz ondan önce, biz vahiy almadan önce onun herhangi bir olayına şahit olmadık ki diye sorana Velid Bin Muğıre şöyle demişti. Kişiyi anne babasından, kavminden, kardeşlerinden, akrabalarından ailesinden kopartıyor, bundan daha derin sihir mi olur demişti. Yani demek ki hiçbir örnek bulamadılar,i eğer bir tek örnek bulsalardı Allah resulünden peygamber olmazdan önceki hayatında yaşanmış olağan dışı bir örnek, Falan zamanda falan şeyi yapmamıştı, şu olağanüstü sihir zuhur etmişti, şöyle bir sihir gerçekleştirmemiydi diye onu bahane ederlerdi.

Diyemediler, söyleyemediler. şairliğini de iddia edemediler çünkü hiç rastlamamışlardı. Din adamı da değildi, din adamıyla ilgili herhangi bir görev de ihraz etmemişti. Dolayısıyla tüccardı, ticaret yapıyordu ve el emin adını almıştı ticaretinde ki dürüstlüğünden dolayı hayatında ki dürüstlüğünden dolayı. Hem de Mekke de el emin denilen tek insandı bir başkasına bu lakap verilmemişti. Bir rivayete göre bu lakabı daha sonra ona en azılı düşmanı olacak olan Ebu Cehil vermişti. Yani düşmanları dahi onun eminliğinde müttefik idiler.

İşte geçmişi böyle olan ve geçmişinde ahlakın 1 numara olduğunu Kur’an ın tasdik ettiği biriydi Allah resulü. Ve inneke le alâ hulukın ‘azıym (Kalem/4) hiç şüphe yok ki sen muhteşem bir ahlaka sahipsin diyordu. Yine Allah resulünün geçmişinde herhangi bir dine çağırdığı, inanca çağırdığı, etrafını davet ettiğine dair hiçbir olaya rastlamıyoruz. Hatta Kur’an onun geçmiş inançlarına dair bir ifadesinde mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymân. (Şûrâ/52) sen bundan önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin buyuruyordu. Ve vecedeke dâ(aaa)llen feheda. (Duha/7) Seni yolunu şaşırmış bir halde bulup o doğru yolu göstermedi mi diyordu Kur’an.

Dolayısıyla yanlışı görüyordu. Çevresinde ki olup biten yanlışlara elbette ki vicdanı dayanmıyordu, isyan ediyordu fakat o dünyanın en nazlım, en sakin, en nazik, en zarif, en latif, en sessiz insanıydı. Etrafıyla o güne kadar hiçbir hususta kavgaya giriştiği görülmemişti. Herhangi birisiyle takıştığı görülmemişti, herhangi bir nizaya daldığı görülmemişti. Mekke de herkes herkesle kavga eder, fakat Abdullah oğlu Muhammed kavgalara nihayet verirdi. Mekke de herkes birbiri ile nizalaşır, Fakat Abdullah oğlu Muhammed hakemlik yapardı. Hacer-ül Esved in Kâbe’nin duvarına yerleştirilmesi hadisesinde olduğu gibi. Dolayısıyla o hep iyiliklerde yer aldı. Hiç kavgalarda yer almamıştı hif-ul Fudul da yer almıştı çünkü faziletliler veya artıklat ittifakıydı. Kelimeye hangi anlamı yükleyeceğimize dair değişen bir mana bu. Onun için Abdullah oğlu Muhammed hayatıyla dürüstlüğüne sadece dostlarını değil düşmanlarını da hayran bırakmıştı.

İşte bu hayatın sahibi olan Abdullah oğlu Muhammed yalnızlık bana sevdirildi buyuruyor. Peygamber olduktan sonra peygamberlik geldiği dönemde ki ruh halini ifade ederken yalnızlık sevdirilmişti. Çünkü zulme batmıştı her yer kapkaraydı. Cahiliyetin koyu karanlığı insanların vicdanlarını da karartmıştı. Yoksul hakkını arayamıyordu, zalimler daha zalim, varsıllar daha varsıl, yoksullar daha yoksul oluyordu. Mazlumun hakkını arayacak bir mercii yoktu, gücü, gücü yeteneydi, kurt kanunu hakimdi. Dolayısıyla yani cahiliyenin çöl kanunu hakimdi. Cahiliyenin çöl kanunu güçlünün haklı olduğu bir kanundu. Cahiliyenin çöl kanunu sözün gücünün değil gücün sözünün üstün olduğu bir kanundu. Allah sözün gücünü üstün kılmak için vahyi indirdi ve Abdullah oğlu Muhammed’i peygamber olarak seçti, zaten peygamberleri Allah seçerdi.

Varlık kendi içerisinde bir hiyerarşiye sahipti camid varlıklar yani taş toprak gibi. Onun üstünde nebatat, bitkisel varlıklar. Onun üstünde canlı varlıklar hayvan, hayvanat. Onun üstünde insan. Ama varlık sadece görünen varlıkla sınırlı değildi ki bir de bundan ötesi vardı. Bu alemi mülke dair varlıklardı, bir de alemi misal, yada alemi Berzah dediğimiz ara aleme ait görünmeyen ve bir de onun üstünde alemi ervah vardı ruhlar alemi. Birde onun üstünde alemi melekût vardı. Bir de onun üstünde alemi lâhud ki alemlerin üstünde bir alemdi.

Allah’a ait bir alem. Görünen alemle görünmeyen alemler arasında bir geçiş noktası var mıydı, varsa neydi. Tıpkı cansız varlıklarla veya katı maddelerle bitkiler alemi arasında nasıl mercanların, resiflerin bir ara, bir geçiş noktası oluşturması söz konusuysa diğer görünen alemlerin hepsinin arasında geçiş noktaları tabir caizse dudak dudağa değen teğet noktaları varsa, peki insan da yükselirse bir üst alemin hangi dudağına değerdi. İşte bu sorunun cevabı nübüvvet idi, risalet idi. İnsan Allah tarafından seçilir ve yüceltilirse bir üst alemin dudağına değerdi onun kulağı ve o dudaktan o kulağa dökülenler vahit olurdu.

Vahiy başı gökte ayakları yerde ilahi bir hital idi. İnsanlığın önüne saçılmış, serilmiş bir gök sofrasıydı. Bu gök sofrası insanlığın saadeti için idi. Çünkü insanlık yer yüzünün ustası idi. Ustanın usta olması için önce çırak olması lazımdı ve vahiy de ustayı yetiştirecek ilahi bir inşa projesiydi. İşte vahiy orada başladı Kur’an vahyi.

Hz. Aişe ve Ebu Musa El- Eşari anlatıyorlar. Fil olayından 40 yıl sonra bir Ramazan gecesinde ilk vahiy indi. Beyhaki; rüyalar silsilesi hicretten 13 yıl önce Rebiulevvel ayında başladı diyor, 6 ay sürdü diyor bu silsile ve ondan sonra da vahiy gelmeye başladı diyor. Hicretten 13 yıl önce Miladi 610 yılının şubat ayına denk geliyor. Ondan 6 ay sonrası ise 610 yılının ağustos ayına denk geliyor yani o yılın Ramazan ayı. Dolayısıyla 610 yılının Ramazan ayının bir pazartesi gecesinde. Yani Ramazan ın son 10 günü içinde bulunan bir pazartesi gecesinde ilk vahiy indi.

Pazartesi gecesi olduğunu ResulAllah’tan öğreniyoruz, çünkü ResulAllah pazartesileri neden oruç tuttuğu sorusuna; Çünkü o gün ben doğdum ve o gün Kur’an doğdu buyurmuştu. Dolayısıyla Allah resulü ilk vahyi aldı ve işte o ilk vahiy Ikra’ ile başlayan ilk 5, bir rivayette ilk 8 ayetti. Şimdi o ilk inen vahiyleri işleyebiliriz.

BismillahirRahmanirRahıym

1-) Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak;

Yaratan Rabbinin ismi (ile işaret ettiği hakikatin olan kuvveler) ile OKU! (A.Hulusi)

01 – Oku ismiyle o rabbinin ki yarattı. (Elmalı)

Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak Oku yaratan rabbin adına. Yaratan rabbin adına oku.

Melek gelmişti vahiy meleği Cebrail. Musa’ya gelen, İbrahim’e gelen, İsa’ya gelen, tüm peygamberlere gelen vahiy meleği. Bir adı da Ruh-ül Emin idi, bir adı da ruh idi. Yani söze canını üfleyen, söze hayat üfleyen, hayat soluğu veren demekti. Söz onun soluğuyla canlanıyor ilahi kelâm oluyordu.

Vahiy meleği arayış manasına gelen Hira mağaransın da ki Hiran’ın arayış anlamına gelmesi de gerçekten dikkat çekici. Çünkü daha önce Zeyd B. Amr B. Nüfeyl isimli Hz. Ömer’in amcası Muvahhit, İbrahim’in inanç sistemine inanan büyük bir insan idi ve o da o mağarada itikafa çekilmiş ve İbrahim’in rabbine ibadet etmişti. Allah resulünun peygamberliğine yetişemedi. Kardeşi Hattab tarafından -ki Hz. Ömer’in babası olur- çöle sürülmüş ve orada ölüme mahkum edilmişti.

İşet o arayış anlamına gelen Hira mağarasında Allah Resulü ilk vahyi alıyordu ve ilk vahyi nasıl aldığını kendinden öğreniyorduk.

Melek geldi ve ıkra’ dedi, oku. Ben; Ma ene bi gari dedim. Ben okuma bilmem. Böyle değil, çünkü ma nın haberi nefy ile gelmiş. Tam tercümesi bu cümlenin; Benim okumam mümkün değil.

Melek beni o kadar sıktı o kadar sıktı ki soluğum kesileyazdı ve bıraktı bir daha “oku” dedi. Ma ene bi garik dedim, benim okumam mümkün değil. Melek beni bir kez daha sıktı. Öylesine sıktı ki neredeyse ölüyordum, soluğum kesildi. Ve bıraktı; Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak yaratan rabbin adına “oku” Dedi. İşte vahiy ilk böyle başladı.

Vahyin geliş şekillerine dair Kur’an da ayet yer alır. Biz Kur’an dan öğreniriz vahyin geliş şeklini. O ayeti kerime de vahiy; Ve ma kâne libeşerin en yükellimehullahu illâ vahyen ev min veraiy hıcabin ev yursile Rasûlen feyuhıye Biiznihi ma yeşa’* inneHU ‘Aliyyün Hakiym. (Şûrâ/51)(Sadakallahul azıym.) ayetinde Allah ölümlü bir insanla başka şekilde konuşmaz Ve ma kâne libeşerin en yükellimehullah. Veyahut ta “ma” yı eğer soru olarak alırsak şöyle de çevirebiliriz ilk cümleyi; İnsanın nesi var da Allah onunla konuşacakmış ki.

Evet, ancak şu şekilde konuşur, tabii ki orada yüz yüze konuşacakmış. Yani insan neyini Allah ile yüz yüze konuşmayı bekler ki, dayanabilir mi ki buna, buna tahammül edebilir mi Allah ile yüz yüze kalmayı. Dolayısıyla Allah ile yüz yüze hiçbir ölümlü beşer konuşamaz.

Peki, nasıl konuşur ya? İllâ vahyen, ancak vahiy yolu ile konuşur. Vahiy söz dışı bildirim demektir. Kelimenin kökü iki manayı ifade eder, iki manaya gelir. 1 – Sürat 2 – Hıffet Yani hızlılık ve gizlilik. Hızlı ve gizli olana vahiy denir. Dolayısıyla gizlidir çünkü söz dışıdır. Onun için Meryem suresinde Hz. Zekeriyya ya müjdelenen çocuk üzerine, Hz. Zekeriyya’nın rabbimizden bir ayet istemesi üzerine 3 gün konuşmaması ayet olarak sunulur ve bunun üzerine 3 gün konuşmayacağını topluma şöyle izah edişi fe evhâ ileyhim şeklinde gelir. Yani onlara işaret etti. Ben 3 gün orucum söz konuşmuyorum, söz orucu tutuyorum şeklinde işaretle onlara beyan etti manasına gelir. Bu vahiy yoluyla.

İkincisi ev min veraiy hıcabin perde gerisinden.

Üçüncüsü; ev yursile Rasûlen feyuhıye Biiznihi ma yeşa’ ya da bir elçi aracılığı ile, gönderilmiş bir elçi aracılığıyla. Bu da vahiy meleğinin bizzat gelişi veya görünmesi şeklinde. İşte Allah’ın izni ile o zaman Allah’ın vahy ettiğini o melek de vahy eder. İstediğine tabii ki ma yeşa’. Allah’ın dilediği kimseye. inneHU ‘Aliyyün Hakiym Allah yücedir, hikmet sahibidir.

Ayetin böyle bitmesi tesadüf olamaz Allah yücedir vahiy hadisesi gaybidir, gayba ilişkindir. Tüm boyutlarıyla anlamaya çalışmayın anlayamazsınız. Çünkü vahiy başı gökte ilahi bir hitaptır. Bir ucu ile gaybdır. Bir ucu ile tabii ki şahadet alemine dairdir. Gaybi aleme dair ucuyla anlayamazsınız asla, aklınız ermez. O zaman bu meseleyi anlama konusunda söylediğiniz ve düşündüğünüz her şey Allah’ın Aliy olduğu gerçeğinden yola çıksın, yani yüce. Allah’ı asla kişileştirecek bir anlayış sergilemeyin vahyi anlatırken, anlarken, anlamaya çalışırken.

Bu konuda asla Allah’ı mücessem, somut bir şey gibi düşünmeyin Onun için bu bir kasis tabir caizse. Bir de Hakiym var, hikmet sahibidir. Madem öyle Allah niye insanla konuşur derseniz eğer hikmeti vardır, Allah’ın hikmeti gereğidir. Belki bu ayette ki, Şûrâ/51. ayetindeki 3 vahiy çeşidini 3 şekilde formüle edebiliriz.

1 – Görüntü ve ses yok sadece kalbe ilka yoluyla, kalbe ilka ve ilham yoluyla.

2 – Sadece ses var ama görüntü yok. Hz. Musa’ya gelen vahiy böyleydi. Ki bakara/253, Nisa/164 ve3 ‘Araf/143 ayeti kerimeleri bu bağlamda okunmalı.

3 – Hem görüntü var hem ses var. İşte ilk vahiy böyle idi, bu cinse, bu türe giriyordu. Yine Necm suresinde Allah Resulü ile vahiy meleğinin kavuşmasını anlatan 19. ayete kadar ki ayetler işte bunu işliyordu. Ve Belki İsra suresinin ilk ayetini de buna dahil etmek lazım.

İşte bu çerçevede anlarsak Vahiy meleği geldi ve bu ayeti okudu. Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak yaratan rabbin adına OKU.

OKUMAK ne demekti? Burada kıraat emri vardı. Kıratın tarifi Arapça da şudur nutkun bi-kelamin muayyetin mektubin ev mahfuzin ‘ala zahri kalbin. Harika, çok hoşuma giden bir tarif olduğu için İbn. Aşûr dan naklen aldım. Dile dökmedir. Ne şekilde? Muayyen bir lisanla dile dökmedir. İster yazılı, ister hafızaya kaydedilmiş olsun. Ama kalpte nakşedilmiş olanı kalbin üstüne yazılı ya da kayıtlı olan bir hakikati hafızadan veya o kalbin üzerinde ki yazıdan okuyarak dile getirme, bir bilinen lisan ile dile getirmeye kıraat denir. Ama anahtar burada kalbe yazılı olanı, kalbe nakşedilmiş olanı. Dolayısıyla Kur’an da vahye dair bir ayeti kerime de ‘alâ kalbik buyurur. Senin kalbin üzerine indirdik.

Demek ki Allah resulünün akleden kalbi vahyin iniş üssü idi. Onun için Ikra ne manaya gelirdi? OKU. Bunun mef’ulü yok yani tümleci yok. Ne OKU? İşte o yok, cümle tümleçsiz, okuyacağı şey yok. İşte şunu OKU, kitabı OKU, ayeti OKU, sureyi OKU. Böyle bir şey yok, sadece mücerret bir emir var. Fiil ve fail var, ama mef’ul yok. Onun içinde ihtilaf buradan çıkmış. Yorum konusunda farklı yorumlar çıkmış. Kitabı OKUma manasına gelir mi? Ama önünde bir kitap yok ki, üstelik okuma yazma da bilmez. Eğer ayeti OKU deniliyorsa doğrudur, kalbine yazılmış olan, yazılacak olan ayeti OKU manasına elbette ki gelir.

Ama ilet manasına gelir mi? Allah’u alem gelmez. Çünkü bu ayetlerde 3. şahıslardan hiç bahsedilmiyor, bir tek zamir bile yok 3. şahıslara ilişkin. Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak, Halekal’İnsane min ‘alak hitap zamiri var “k”. Ama başka bir zamir yok. Dolayısıyla o ve sen arasında gerçekleşen bir diyalog vahiy. O ve sen, başka hiç kimse girmiyor, hiç kimseye bir atıf yok. Dışarılara, insanlara, topluma, vahyi alması gerekenlere. Zaten ilk vahyi dışarı çıkar ve duyur emri Müddessir suresinin ilk ayeti ile verildi;

Ya eyyühel Müddessir, Kum feenzir. (Müddessir/1-2) ey yatan iyi kalk ve uyar. Dolayısıyla biz bu ayetleri ilet manasına geldiği yorumuna da katılamıyoruz.

Peki OKUmak nedir? Yan yana getirmek manasına gelir. ‘icma demektir. Zaten hanımların özel halleri için Kur’an da kullanılan kelimelerden biri de kümu’dur hem temizlik anına, hem de adet anına delalet eder. Aslında ‘icma burada da ortaya çıkıyor. Çünkü ikisine de delalet eder iki mananın da icma ettiği yerdir, bir araya geldiği yerdir, birleştiği yerdir, cem ettiği yerdir.
Yine; Karye. Aynı köktendir. Şehre, köye, kasabaya karye denir. Neden? İnsanlar cem olduğu için bir araya geldiği için, bir arada bulunduğu için.

İşte köken olarak kelime bu manaya gelir, aslında ‘icma demektir. Topla, bağ kur, parçalar ve bütün arasında ki bağı kur, ilişkiyi kur, parçaları bir araya getir,
yani parçanın bir tanesi inen vahiydir, parçanın öbürü sensin, sen de vahiysin, fiili vahiy.
Yer yüzüne önce insanı nazil etti Allah sonra vahyi nazil etti. İki nazil bir araya gelmiştir. İki inzalin kavuşmasıdır vahyin insan tarafından alınması. Şu anda fiili vahye kavli vahiy iniyor


Ey Muhammed. İki parça arasında bir ilişki kur.

Dahası; Kâinatta vahyin bir parçasıdır, ayât-ı kâinat, kâinata yazılmıştır, o da bir kitaptır o kitabı da OKU.
Dahası ayât-ı hadisat; olaylar da ayettir onları da OKU
ve bütün bunları yan yana getir,
bunlar arasında ki irtibatı kur, hakikatin kaynağını bul.

Yani hakikatin parçalarıdır bunlar, parçalar arasındaki ilişkiyi bulmadan hakikati bulamazsın.
İşte vahyi böyle oku,
vahiy sana eşyayı kâinatı, olayları ve insanı nasıl okuyacağına dair bir yöntem gösterecektir, öğretecektir.
Varlık ve bilgi sorusunun cevabıdır bu vahiy.
Varlık ve bilgi problemini ancak Allah’ın rehberliği sayesinde çözersin ey insanoğlu ve bunun içinde Allah insanla konuşmuştur
OKUmayı böyle yap demektir.
Onun için OKUmanın tüm olumlu anlamları da doludur ıkra.
Zaten Kur’an da Kur’an ismini bundan dolayı almıştır.
OKUmak, OKUnan manasına gelir. OKUnan ama sürekli OKUnan ve OKUmanın tüm anlamlarıyla dolu olan Kur’an, Fû’lan vezninin karşılığı budur aslında. Ait olduğu mananın olumlu anlamlarının hepsiyle dolu olan manasına gelir.

Ikra’ Bismi Rabbik Rabbin adına OKU, rabbin adıyla OKU.
Herkes her şeyi okuyor bilgi elde ediyor.
Aslında bilginin kaynağı OKU maktır. İster okul sıralarından olsun, ister kitaplardan olsun, ister hayattan olsun, ister tecrübe yoluyla olsun, ister tefekkür yoluyla olsun.
Tefekkür zihinde OKUmadır.
Tecrübe gözle kulakla duyularla OKUmadır, deneyle OKUmadır.
Efendim, vahiy Allah’ın indirdiği üzerinden OKUmadır.
Dolayısıyla işitmek de bir OKUmadır,
görmekte bir OKUmadır,
dokunmakta bir OKUmadır.
Yani bilginin tüm kaynaklarından bilgiyi biz OKUyarak alırız.
Ama kitap, ama olay, ama kâinat, ama eşya, ama tefekkür, ama hayal, ama rüya, ama vahiy fark etmiyor.
Dolayısıyla bilgi elde ettiğimiz her şeye aslında OKUyarak alıyoruz.

Ama kim adına?

Herkes bir bildiriyi bile adına okur.
Sen bu ilahi bildiriyi Allah adına OKU, Allah’ın adıyla OKU.
Bu emrin karşılığı BismillahirRahmanirRahıym dir. Rahman, Rahıym Allah adına.
Onun için Kur’an OKUmaya besmele ile başlarız.

[Ek bilgi; Meselâ karşınızda oturan Hasan adlı bir kimseye: “Hasan namaz kıl” deseniz, Hasan sizin sözünüzün devamını beklemeden o anda kendisine namaz emrini verdiğinizi zannederek namaz kılmaya doğrulsa, sonra onu tutup iyice bir sıktıktan sonra yerine oturtsanız, arkasından yine: “Hasan namaz kıl” deseniz, Hasan da yine sözünüzün devamını beklemeden namaza doğrulsa, yine tutup, sıkıp oturtsanız…!

Aslında Hasan acele etmeyip biraz beklese, sözünüzün devamını beklese, ona şöyle diyeceğinizi görür: “Hasan namaz kıl, çünkü namaz insanı bütün kötülüklerden alı kor.” Aslında Hasan’a namazın önemi anlatılacakken, Hasan o anda kendisine namaz kılma emri veriyormuşsunuz gibi sözünüzün devamını beklemeden namaz kılmaya kalkıyor, siz de onu sıkıp yerine oturtuyorsunuz.

İşte aynen bunun gibi ilk zamanlar Allah’ın Resûlü vahyin ne olduğunu bilmiyordu. Allah sözüne alışık olmadığı için vahyin atmosferine giremiyordu. Çünkü Allah’ın Resûlü, vahiy nedir, Allah sözü nedir, peygamberlik, risâlet, melek nedir? Allah sözünü nasıl gönderir? Bunların hiçbirisini bilmiyordu. Halbuki bu vahyin bir parçasıydı ve Rasulullah Efendimiz biraz sabredip sözün devamını bekleseydi Allah ona Rabbinin adına, Rabbinin namına, Rabbinden gelenleri Rabbin rızasına götürücü olarak oku, buyuracaktı….

Rabbimiz peygamberine oku deseydi, emrini, vahyini sadece bu kadarla bıraksaydı ve Allah’ın Resûlü de Rabbinden aldığı bu vahyi, bu emri ulaştırması gereken toplumuna tebliğ etse ve “Oku!” deseydi, “Okuyun!” deseydi o zaman toplumuyla kendisi arasında hiç bir problem çıkmayacaktı. Yani ResulAllah’la toplumunun arası asla açılmayacaktı. Peygamberle toplumu arasında herhangi bir sürtüşme olmayacaktı. Neden? Çünkü zaten toplumda herkes okuyordu.

Bugün de öyle. Bugün de herkes okuyor. Gerçi bugüne kadar biz zannediyorduk ki bu insanlar okumuyorlar. Okumuyorsunuz diye kızıyorduk bu insanlara. Ama anlıyoruz ki herkes okuyor. ResulAllah’ın toplumunda okuyan, yazan yoktu. Belki toplumun yüzde biri okuma-yazma biliyordu, diğerleri cahildi. Eğer Allah sadece “oku!” deseydi Rasulullah da toplumundan bunu isteseydi, kesinlikle toplumla peygamber arasında bir sürtüşme olmayacaktı.

Çünkü o gün de, bugün de toplum okuyor. Ayda en aşağı 56 saat televizyonu okuyor, seyrediyor bu insanlar. Gazeteleri okuyorlar, eşyayı okuyorlar, piyasayı, reklamları, vitrinleri, ekranları okuyorlar. Yani uyku hariç sürekli okuyor bu toplum. Aynen bugün olduğu gibi o gün de okuyordu toplum. İnsanlar ne yapmaları gerektiğini, nasıl hareket etmeleri gerektiğini, hayatlarını nasıl düzenlemeleri gerektiğini bu okuduklarında buluyorlardı.

Ne yapacağız? Ne edeceğiz? Nasıl yaşayacağız? Nasıl bir eğitim sistemimiz olacak? Nasıl bir hukuktan yana olacağız? Nasıl giyineceğiz? Nerelerden kazanıp nerelerde harcayacağız? Nasıl bir siyasal yapılanmamız olacak? Nasıl bir hukuk sistemimiz olacak? Kadın-erkek ilişkilerimiz nasıl olacak? Mirasımızı nasıl paylaşacağız? Sabah kaçta kalkacağız? Soframızda neler bulunacak? Nasıl bir hayat süreceğiz? sorusunun cevabını buluyorlardı bu okuduklarından.

Allah’tan gelmeyen, vahye dayanmayan, hayata intibak imkânı olmayan, hayatta bir işe yaramayan, hayatta uygulanma imkânı, uygulanma alanı olmayan, yani okuyandan amel istemeyen, okuyucusunu amele sevk etmeyen bir okuma, okuma değildir.

Allah’ın rızasına götürücü olarak yarın mizana konulacak cinsten olmayan bilgileri okumak Allah’ın istediği bir okumak değildir. Meselâ termodinamiği öğreniyoruz veya cebir denklemleri, kimya formülleri, kurbağanın bağırsağı, Fujiyama yanardağı, Everest tepesinin yüksekliği, A.B.D’nin göllerini, filan ülkenin nehirlerini, bu nehirlerin debilerini, rejimlerini, falan ülkelerin rejimlerini, falan ülkenin iklimini, falan bölgenin yollarını öğreniyoruz. Bunlar bizden hiçbir amel istemeyen, bizi amele sevk etmeyen, yarın mizanımıza konulmayacak boş bilgilerdir. Üstelik de beyinler bunlarla dolduruldukça oralarda Kitap ve Sünnete yer bırakmayacak boş şeylerdir.

Allah’tan gelen bilgileri Allah adına, Allah namına, Allah’a götürücü bir niyetle değil de başka maksatlarla okumak da boştur. Meselâ adam âyet okuyor doktora adına, hadis okuyor diploma adına, Kur’an öğreniyor sosyal bir statü adına, tefsir okuyor bilir desinler adına, feraiz öğreniyor paylaşım konusunda bana müracaat etsinler adına. Onunla yeryüzünde Allah’ın feraiz yasalarını hakim kılmak adına değil, okuduklarını amele dönüştürmek adına değilse bu da Allah’ın istediği bir okumak değildir.

Soruyorum okumaya giden çocuğa: “Evlâdım niçin okuyorsun? Bu okula niye gidiyorsun?” Çocuk diyor ki, “adam olmak için okuyorum.” O zaman diyorum ki ona: “Peki yavrum baban o okulda okumuş mu?” “Hayır” diyor. “O zaman baban o okulda okumamış diye adam olmamış mı? Yani şimdi baban adam değil mi?” deyince yavrucak başını eğiyor. Demek ki o okulda okuyan adam olmuyor. Adam olmak için değil, Müslüman olmak için okunur. Okumadaki temel hedef iyi bir Müslümanlık olmalıdır.

Ama öyle olmamış. İnsanlar Kur’an okumayı böyle anlamamışlar. Nasıl olmuş? Kur’an okumak denilmiş, tamam birisi mücerret tilâvet etmiş, okunan şeyle ilgi kurulmamış, ne olduğu, ne dendiği, ne istendiği anlaşılmaya ve gereği yerine getirilmeye çalışılmamış. Peygamberin kesin nehyine rağmen bu okuma gırtlaktan aşağıya inmemiş, ama buradan yukarısında mest olunmuş, kendinden geçilmiş, güzel de okumuşlar kendilerince, ama bu Kur’an okuma olmamış. Halbuki Kur’an okumak, okuduğun âyet senden namaz istediğinde veya senden şöyle bir hayat programına geçmeni öğütlediğinde hemen onunla ilgi kurmandır, değilse onun adına okuma denmeyecektir.

Biz sadece Kur’an’ı okuyoruz ama onu kendi aramızda ders haline getirmiyoruz. Okuyoruz ama okuduğumuz âyetlerin ne anlama geldiğini, bizden nasıl bir hayat istediğini anlamaya yanaşmadan okuyoruz. Okuyoruz ama okuduğumuz âyetlerle hayatımızı düzenleme kavgası vermiyoruz. Buna da okuma denmez zaten.
Hz. Ali efendimiz buyurur ki: “Anlamayarak yapılan ibadette ve düşünülmeden gerçekleştirilen kıraatte hayır yoktur.”

Öyleyse Okuma = Okuma + Başkasına anlatma + Uygulama, yani okunanı yaşama, okunanla hayatı düzenleme + Samimiyettir diyebiliriz.

Öyleyse namazlarımızda düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak Kur’an okumalıyız. Çünkü Allah öyle diyordu:
“Ağır ağır Kur’an oku!” (Müzzemmil/4)Yavaş yavaş, tertil ile, mânâya nüfuz ederek, düşüne düşüne Kur’an oku. Tedebbürle, tefekkürle oku. Ne denildiğini, ne istendiğini anlayarak oku. Anlamak üzere, yapmak ve yaşamak üzere oku. Allah’ın dediklerini hayata hakim kılmak üzere oku. (Besâiru-l Kur’an-A.küçük)]

elleziy halak O ki yarattı. Elleziy halâka. Şöyle de gelebilirdi; Ikra’ Bismi Rabbikel Hâlık yani isim sıfatla gelebilirdi. İsim sıfatla gelmemiş, fiille gelmiş elleziy hâlak. İsim sıfatla, yani rabbikel Hâlık şeklinde gelseydi farklı olurdu tabii ki. Ama fiille gelmiş. Fiille isim arasında ki fark belli. İsim Camid dir, donuktur, sabittir. Fakat fiil hareketlidir. İsim Allah’ın zatına dairdir, fiil Allah’ın fiiline dairdir. Vahiy Allah’ın fiili sıfatlarının tecellisidir ve Allah bir fiil müdahale etmiştir varlığa, kâinata, insana, hayata. Allah’ın hayata müdahalesinin eseridir bunu ima eder başta.

Dahası Elleziy Hâlaka. Fiil, istimrar bildirir ve tabii ki teceddüt bildirir, yenilenme. Tabii ki tekâmül bildirir, çünkü Allah’ın yenilemesi aynı zamanda kemale ulaştırmasıdır. Kemale ulaştırmak terbiye işidir. Terbiye zaten aşama aşama bir şeyi yaratılış amacına ulaştırmak demektir. O zaman burada vahyin maksadı da anlaşılmış oluyor. Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak ile OKU yaratan rabbin adına emri ilahisi aslında ilahi terbiyenin bir unsuru olarak oku. Allah seni terbiye etmek istiyor ey insanoğlu. Vahyi böyle OKU. Vahyi ilahi terbiyenin bir numaralı unsuru olarak OKU. Vahyin amacını doğru OKU ey insan, Allah senin hayatına müdahil oluyor ki, ebedi saadete kavuşasın diye. Eğer Allah rehberlik yapmazsa sen yolda şaşa kalırsın ey insan. Yolu bulamaz, yolu kaybeder yola yatar yolu satar veya şarampole düşersin ey insan. Aslında Cehenneme gitmek, cennete gidememektir ey insan. Allah seni cennet için yarattı. Cenneti de senin için yarattı ve istiyor ki ebedi saadete eresin. Fakat bunun için rehberlik lazımdı, rehberliği de indirdi. O rehberliği doğru OKU ey insan. Allah’ın senin için yarattığını doğru OKU, niçin var olduğunu doğru OKU, amacını doğru OKU, bilgiyi nasıl alacağını doğru OKU, bilgiyi en güzel ve en doğru şekilde nerden elde edebilirsin bunu doğru OKU. Elde ettiğin bilgiyi doğru olarak nasıl üretebilirsin ve nasıl iletebilirsin. Yani epistemolojik sorunlarını, modernlerin ifadesi ile nasıl çözersin, var oluş sorunlarını nasıl çözersin işte Allah sana onu öğretiyor. Ey insan elleziy halak ın çağrıştırdığı bir çok şey var, ilk olarak bunu söyleyebilirim.

‘Alak Sûresi: Kur’an’ın ilk inen beş âyetinin konusu bilgi ahlakıdır. İlk emir yalınkat bir “Oku!” emri değil, “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emridir. Yaratan Rab adıyla/adına okumak bilgi ahlakının güvencesidir.

[5800] Kur’an’ın adıyla aynı kökten olan “oku” emrinin tümleci zikredilmemiştir. Esasen ikra’, etimolojik olarak icma’ mânasına gelir. “Şehir” anlamındaki karye, “hayız başlangıcı-bitişi” anlamındaki el-kur’ hep cem ve ictima kök anlamıyla alâkalıdır (Mekâyîs). Zımnî anlamı şudur: “Kalbine yazılan vahyin ışığında hakikatin parçaları arasında bağ kur! Parçanın bütüne aidiyetinin illet ve hikmeti üzerinde düşün! Varlığı Allah merkezli bir okumaya tabi tut! Sözün özü “Oku” emri, okumanın tüm anlamlarını içerir. Bu âyet, Allah’tan bağımsız bir bilgi ve bilim anlayışını kökten reddeder. İkra’, “İlet, tebliğ et” anlamına hasredilemez. Bu ancak tâlî ve dolaylı bir mâna olabilir. Zira ilk pasajda üçüncü şahısları gösteren lafzî veya zımnî hiçbir dilsel karine yer almaz. Her şey “O ve sen” arasında gerçekleşir. Allah Rasûlü’ne ilk “uyar” emri Müddessir sûresinin ilk âyetiyle verilmiştir. [5801] İlk muhatap için dolaylı olarak “Vahyi Allah adına ilet”, tüm muhataplar için “İletileni Allah adına al ve oku” anlamına gelir. Varlığı Allah adına okuma çabası, onu Allah’a referansla anlama çabasıdır. Fakat okuma her şeyden önce zihinde olanı dile dökme işidir. Zira el-kırae: “Kalpte yazılı veya kayıtlı olanı bilinen bir lisanda dillendirmek” (nutkun bi-kelâmin mu’ayyenin mektûbin ev mahfûzin ‘alâ zahri kalb) anlamına gelir (İbn Âşûr).

2-) Halekal’İnsane min ‘alak;

İnsanı Alak’tan (kan pıhtısı; genlerden) yarattı. (A.Hulusi)

02 – İnsanı bir alâktan yarattı. (Elmalı)

Halekal’İnsane min ‘alak insanı yarattı, min ‘alak, ‘alaktan yarattı. Yine elleziy Halaka, halakal insan. Ellziy halaka da da mef’ul yok. Halaka külle şey’ olabilir mi? Mümkindir, belki en doğrusu da budur. Her şeyi yarattı. Çünkü bir sonraki ayette insanın yaratılışı ayrıca dile getiriliyor. Demek ki yaratan Rabbin adına oku, her şeyi varlığı var eden Rabbin adına oku manasına geliyor. Varlığı var eden Rabbin adına oku. Çünkü halaka nın mef’ulü de yok. Onun için biz bunu her şeyi yarattı, ama her şeyin içerisinde özel bir şey yarattı.

Kim o? El İnsan, İnsanı yarattı. Çünkü insan çok özel merdüm-i dide-i ekvân, Kâinatın göz bebeği Ahsen-i Takvim, bir önceki derste işledik ya, en güzel kıvamda yaratılan varlık Ve lekad kerremna beniy Adem.. (İsra/70) ademoğlunu biz mükerrem kıldık yani Aziyz kıldık, ikram edilmiş kıldık. Kat kat ikram ettik manasına gelir çok temelde, tek kat değil kat kat. Dolayısıyla Hz. İnsandan bahsediyor Kur’an. İnsan kâinatın göz bebeği. Allah kâinatın gözüne çöp dürter mi, veya dürtülmesine izin verir mi, kâinatın gözü kör olsun ister mi. Onun için merdüm-i dide-i ekvân olan insanın, yani kâinatın göz bebeğinin hep görür halde olmasını istiyor, uyanık olmasını istiyor, diri olmasını istiyor, kendini gözetmesini istiyor, nefsi üzerine basiret olmasını istiyor ‘alâ nefsihi basiyra. (Kıyamet/14) dolayısıyla düşmanı tarafından avlanmasın istiyor. Şeytan ve egosu tarafından avlanmasın istiyor. İşte onun için insanın yaratılışına özel dikkat çekiyor; Halekal’İnsan

Neden yarattı? Min ‘alak.
Öncelikle minel ‘alak değil, belirlilik takısıyla gelmiyor yani aklınızın ermediği bir şey bu.
‘alaka; alaka oradan gelir, alaka/ilgi kurmaktan, alaka kuran demektir, ilgi kuran, yapışan, tutunan, asılan, bitişen manasına gelir.
Bunu embriyo olarak tefsir etmiş alimlerimizin hemen hemen tamamı yani emriyolojik düzenin ilk safhası, insanın anne karnında oluşum sürecinin ilk safhası olarak tefsir etmişler. Onun için embriyo ya da ‘alaka, ya da hücre manası verilmiş.

Fakat buna itirazım var, bu mana isabetli değil gibime geliyor. Zira bu ayetlerde insanın embriyolojik yaratılış süreci anlatılmıyor, bu ayetlerde insanın maddi değil manevi tarafı anlatılıyor.
İşte anahtar kelimeler belli; ıkra; OKU. Rab, halaka, yaratma, ekram; en keriym olan, ikram sahibi rab. Alemle, taliym; Öğrenme. Bil kalem; Kalem. Bakınız ilk inen vahyin anahtar kelimelerini saydım.
Bu anahtar kelimeler insanın cesedine, bedenine değil, insanın manevi tarafına dairdir hepsi.

O zaman niye bu istisna olsun. ‘alak neden embriyo olsun. İnsanın anne karnında ki yaratılış sürecine dahil olsun. Kaldı ki ‘alak kelimesine kök anlam olarak elimizdeki en güzel etimolojik lügat olan İbn. Faris’in mekais-ül lüga sı şu manayı vermiş; Çok ilginç,
el hubbül lazım lil kalb.
Kalp için gerekli olan sevgi. ‘Alak; sevgi ve alakadır.

Allah insanı sevgiden yaratmıştır, alakadan, ilgiden yaratmıştır.

Bu sadece yaklaşık bir yorum olsun diye yapmadım delillerim var.
Bir kere burada eğer ‘alak embriyo ile ilgili olsaydı ceninin rahimde ki embriyolojik süreçlerinden birini ifade etseydi insana tahsis edilmezdi. Halakal insan; burada insana tahsis ediliyor.
Çünkü
embriyolojik süreç sadece insanla alakalı değil ki tüm memeli canlıların embriyolojik süreci aynıdır, niye insana has olsun ki. ‘alak, mudğa, ızam yani anne karnında, anne rahminde bir ceninin oluşum süreçleri tüm memeli canlılarda aynıdır, insana has değildir ki.
Oysa ki
bu ayet insana has bir yaratılmadan söz ediyor. İnsana özgü olan tamamen insanı insan eden o özel durumdur ve işte insanı sevgiden yarattı manası bunun için tercihe şayandır.
Bunun için bu manayı veriyoruz. Allah insanı sevgiden yarattı.

[5802] ‘Alak ve ‘alâka maddî olarak “embriyo ve hücre”, mânevî olarak “sevgi ve ilgi-alaka” anlamına gelir. Doğru tercih ikincisidir. Zira hem bu pasaj insanın embriyolojik kökenini değil mânevî boyutunu ele almaktadır hem de âyetin başındaki el-insan’dan dolayı buradaki ‘alak’ın, sadece insan soyuna ait bir şey olması gerekir. Oysa embriyolojik mânada ‘alak (embriyo, hücre) diğer memeli canlıları da kapsayan ortak bir özelliktir. İbn Fâris el-‘alâkayı el-hubbu’l-lâzım li’l-kalb (kalb için gerekli olan sevgi) diye tanımlar (Mekâyîs). İnsanın anne karnındaki embriyolojik gelişim sürecini ele alan Hac 5, Mü’minûn 14, Mü’min 67, Kıyame 37’den farklı olarak bu bağlamda, embriyolojik olmaktan çok ontolojik olmak durumundadır. Bunu destekleyen bir husus da geçtiği tüm diğer yerlerde (5 kez) dişil formda ‘alâka olarak gelirken sadece burada ‘alak formunda gelir. İlginç bir tevafuktur ki, Allah isminin mücerredi olan e-le-he’nin tüm formlarının ortak anlamı “sevgi”dir. Bu, gerçekten dikkat çekicidir.


3-) Ikra’ ve Rabbükel’Ekrem;

Oku! (Çünkü) Rabbin Ekrem’dir! (A.Hulusi)

03 – Oku, o keremine nihayet olmayan rabbindir. (Elmalı)

Ikra’; OKU. Te’kit bu, yani insanı sevgiden yarattı Allah, madem ilgiden yarattı, madem kendisi ile ilgi kursun, alaka kursun diye yarattı. Yani ilgi duydu Allah insana ki Allah kelimesinin tüm kombinezonları sevgi manasına gelir. E le he, le ve he, ve le he, ve he le, he le ve, le ve he ne kadar kombinezon varsa hepsinin son anlamı sevgidir. Onun içinde Allah sevgisinden yarattı. O zaman OKU. Yani adeta Allah insan ilişkisinden dolayı OKU. OKU mak içinde eşya, parçalar arasındaki ilişkiyi bul. Ka ra e de; yan yana getirip ilişki kur manasına gelir zaten. Ka ra ne kökünden de türediğini söyleyenler olmuş, hangi kökten türerse türesin mana aynıdır. Yan yana getirdi dizdi, yani anlamsız harfleri yan yana dizerek anlamlı kelime oluşturdu.

Hadise budur, onun için Allah ilgi kurmanı istiyor ey insanoğlu, seni ilgiden yarattı, sevgiden yarattı, sen de o zaman ıkra, ıcma; sen de ilişki kur, parçalar arasında ki ilişkiyi keşfet ve bütünü anla. Allah’ın seni neden var ettiği üzerinde dur.

ve Rabbükel’Ekrem değil mi ki rabbin ikram sahibidir ve senin rabbin en keriym olandır, ikramı sonsuz olandır. Evet, ekram ile geldi. Burada kemal sıfatına geldi. Daha önce fiil sıfatları ile gidiyordu, Allah’ın ef’aliyle. Halaka Allah’ın ef’alindendir fiillerindendir. Ama El Ekram Allah’ın kemal ismidir. Yani en çok ikram eden. Aslında keriym türünün en seçkin olanına denir.

İnsan da keriymdir biliyor musunuz? Neden? Türünün en seçkini olduğu için. Fakat asıl insanın kerameti Allah’tan kaynaklanır. Ya eyyühel’İnsanu ma ğarreke BiRabbikelkeriym. (İnfitar/6) ey insanoğlu bu kadar cömert olan rabbine karşı seni böyle gururlandıran ne? Elleziy halekake.. ki seni, O yarattı. Fesevvake sana yaratılış amacını O yükledi, tefsiye etti fe’adelek (İnfitât/7) seni dengeli, bir biçimde yarattı. Duygu-düşünce, ceset-ruh, madde-mana, dünya-ahiret. Bak dengesizlik var mı? Fiy eyyi suretin ma şâe rekkebek. (İnfitâr/8) ve seni dilediği surette terkip etti ey insan. O zaman bu kadar cömert olan rabbine karşı niye küstahsın diyor.

Onun için Kur’an kerim diyoruz bakınız, Kur’an ın kendisine verdiği sıfattır bu. İnneHU leKur’ânun Keriym. (Vakıa/77). Neden? Türünün en iyisidir de onun için. Cebrail için Keriym sıfatı kullanılıyor. Neden? Türünün en iyisidir. Allah resulü için, yani rasulün keriym. İnsan da keriymdir Ve lekad kerremna beniy Adem.. (İsra/70) çünkü türünün en iyisidir, canlılar türünün en iyisidir. Onun için Allah ikram ettiği için böyle oldu. Rabbükel’Ekrem

[5803] el-Ekrem: “Herhangi bir karşılık almadan ve beklemeden sınırsızca veren”. Zımnen: İnsan Allah’a borçlu olarak doğar, bu yüzden dîn “borçluluk bilinci”dir. Bu âyete kadar Rab, ellezi halaka, ellezi alleme gibi eylem sıfatlarından sonra, Ekrem ile kemal sıfatlarına geçti. Öncesiyle birlikte: Yoktan var eden de O, var ettikten sonra aşama aşama kemale ulaştıran da...

4-) Elleziy ‘alleme BilKalem;

O ki, (O Rabbanî özellikleri ve genetiğini) Kalem olarak öğretti (programladı)! (A.Hulusi)

04 – Kalem ile öreten de. (Elmalı)

Elleziy ‘alleme BilKalem O ki kalemle öğretti. Talime geldik, Allah’ın öğretmesine geldik. Dikkat buyurun öğretme Allah’a atfedilir Kur’an da. Er Rahmân. (Rahman/1) O sonsuz rahmet sahibi olan Rahman var ya; Allemel Kur’ân.(Rahman/2) Kur’an ı O öğretti. Halekal İnsân. (Rahman/3) insanı O yarattı. Allemehül beyân. (Rahman/4) insana kendini ifade etmeyi, yeteneğini O verdi. İnsana beyanı talim etti, öğretti.

Yine Bakara suresinin başında ki Adem’in halife seçilmesi, atanması ayetlerini hatırlayalım; Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ.. Adem’e isimlerin tamamını öğretti sümme aradahum alelMelâike sonra onları meleklere arz etti fekale enbiûniy BiEsmâi hâülâi in küntüm sadikıyn (Bakara/31) eğer sözünüzün arkasında duruyorsanız şunların isimlerini bana söyleyin dedi. İşte Ta’lim-ul esma nedir? Eşyaya isim verme yeteneğinin verilmiş olması insana. İbn. Cinni’nin güzel, isabetli teşhisi ile konuşursak. Yani insanın eşyaya isim verebilme yeteneği. Meleklerin bu yeteneği yok, ama insanın var. Onun için melekler insana secde etti yani itaat etti.

Peki insana bu yeteneği insan mı yarattı (Haşa) insan mı icat etti. İnsanın bilgisi ‘Ibdai bilgi değildir verilmiş bilgidir. İnsanın bilgisi kendi yarattığı sonradan yoktan var ettiği bilgi değildir, Allah tarafından verilmiş bilgidir. Dolayısıyla Kur’an da insanın bilgisine atıf yapılan yerlerde Talimullah; Allah’ın insana öğretmesi geçer burada olduğu gibi insana öğretmiştir.

Ama ilginçtir değil mi. bilginin sana değil Allah’a nispet ediliyor fakat enbiûni, inba ise Adem’e atfediliyor, Adem’e nispet ediliyor. inba, haber verme, bilgi verme Allah’a, haber verme insana. Allah’ın bilgi verdiği o bilgiyle haber verir de onun için. Yani ey insan Allah bildirmeseydi sen kendiliğinden asla bilemezdin, bilmeni Allah’a borçlusun. Çünkü bilme yeteneğini sana vermeseydi bilemezdin. Akıl vermeseydi bilemezdin. İşte burada ki ıkra, aslında sana verdiğim akıl nimetini kullan ve varlığı bir kitap bil. Her gördüğün şeyi, her aklına gelen şeyi bir kitap okur gibi oku ve hakikati illet ve gayesini bul demektir.

Elleziy ‘alleme BilKalem kalemle öğretti. Kalem burada aslında yazı araçlarını ifade eder. oradaki “B” isak içindir, yani yazı araçlarına delalet eder, yazıyı öğrendiğimiz, hatta bilgi araçlarına delalet eder. Bilginin öğretilme araçlarının tamamını kapsar bu kalem. Yani sadece Allah size öğrenmeyi öğretmedi, öğrenmeyi nasıl, hangi araçlarla yapacağınızı da öğretti manasına gelir.

[5804] Kalem bir semboldür. Hem bilginin kayıt altına alınmasını, hem de öğrenme araçlarını simgeler. Daha ilk inen vahiyle “sözlü kültürden yazılı kültüre geç” işaretini alan Nebi, mesajı aldığını vahyi yazdırarak ortaya koyacaktır. Kalem yazıyı temsil eder. Yazı ise bilgiyi kayda alıp, bu kayda kalemi, kâğıdı, eli, zamanı, mekânı, okuyan ve okuyacak her insanı şahit tutmaktır. Söz uçucu yazı kalıcıdır. Onun için demişlerdir ki; ilim avlamak, yazı ise avı bağlamaktır.

5-) Allemel’İnsane ma lem ya’lem;

(Yani) insana bilmediğini talim etti. (A.Hulusi)

05 – O insana bilmediği şeyleri öğretti. (Elmalı)

Allemel’İnsane ma lem ya’lem ve insana bilmediğini öğretti. Evet, ve insana bilmediğini öğretti. İnsan nerden geldim, nereye gidiyorum, niçin yaratıldım suallerine asla çanak çömlekle cevap bulamaz. Kazı yaparak cevap bulamaz, bunlar varlık sorusudur. Varlık sorularını sormayan zaten bu mana da insan olma hakkını vermiyor demektir. İnsan olma hakkını veren bir insan bu soruları sorar, sorduğunda da Allah’ın kapısı önünde gelir durur. Çünkü bu soruların cevabı Allah’tan başkasında değil, Allah verir. Ya rabbi ben neden varım, nereden geldim, dünüm ne, tamam, babamdan, annemden, o da babasından annesinden, o da babasından annesinden.

İyi de nereye kadar? O nereden en sonunda ulaşacağımız şey nerede? İşte cevabını Allah’tan alabileceğiniz sorulardır varlık sorusu. Ve rabbimi öğretmiştir insana bilmediğini. Allah’ın öğretmesi;

Bilginin iki türü var; Huduri bilgi, husuli bilgi Huduri bilgi alt yapı, Husuli bilgi üst yapı. Huduri bilgi verilen, husuli bilgi elde edilen yani edinilen. Huduri bilgi insan doğuştan yüklenen, hakkedilen, adeta fıtratına kazılmış olan bilgidir. Bu bilgi arasında bedenimizin, organlarımızın nasıl işleyeceğine dair bilgi de yer alır. Mesela kalbimiz nasıl çalışacağını kimseden öğrenmez. Aklımız nasıl çalışacağını kimseden öğrenmez. Ellerimiz ve ayaklarımız nasıl çalışacağını kimseden öğrenmez. Kan dolaşımımız nasıl gezeceğini kimseden öğrenmez. Bebek hiçbir şey bilmiyorken kalp her şeyi bilerek doğar. Bebek hiçbir şey bilmiyorken sinir sistemi her şeyi bilerek doğar. Bebek hiçbir şey bilmiyorken ateşi altından ayırt edemez kadar cahilken insanoğlunun lenf sistemi, dolaşım sistemi, sindirim sistemi ne yapacağını çok iyi bilir. Yani yaşlandığında ilave edeceği hiçbir şey yoktur bu sistemin kendisine. Daha doğuştan mükemmel bilgiye sahiptir.

Hatta bilinç bedene takıldığında beden işlevini tam yapamaz. Mesela bilinçle kalbi yönlendirmeye çalışalım kalp tekler. Bedenin organları ve sistemleri en güzel bilinç dışı çalışır. İşte huduri bilginin bir parçası budur.

Huduri bilginin daha diğer parçaları da var. mesela bir insan aklını kaybettiğinde elindeki lokmayı burnuna götürmez. Hiçbir deli ensesine lokma götürmez. Kulağına lokma götüren, yiyecek götüren deli yoktur. Elindeki yiyeceği deli de ağzına götürür bu huduri bilgidir. Aklını kaybetse de huduri bilgiyi kaybetmemiştir.

Sonradan elde edilen bazı bilgiler yani husuli bilgiler, huduri bilgilerin yanına konulabilir mi? Konulabilir. Israr ve tekrar ile edinilmiş olan bilgilerden bazıları meleke haline dönüşür, melekleşirse huduri bilgi gibi insanda sabit bir bilgi haline dönüşür. İşte o zaman insan ileri yaşlarda bunasa da, aklını kaybetse dahi onları kaybetmez. Mesela kardeşini, hatta öz evladını bile tanıyamayacak duruma gelen öyle hastalar vardır ki bir ömür boyu iman ederek işlediği ibadetleri terk etmez, unutmaz. Hanımını unutan bir arkadaş tanıyorum hafız-ı Kur’an dı, Kur’an dan bir tek ayeti unutmadı. Dolayısıyla ısrar ve tekrar olması terbiyenin de bu anlama gelir. İşte Allah’ın tespih edilmesindeki temel espri de budur, yani huduri bilgi haline gelmesi husuli bilginin.

İşte bu nokta da Allemel’İnsane ma lem ya’lem ayeti kerimesi doğru anlaşılmalıdır. İnsana bilmediğini öğretti. Hem huduri bilgi ile, hem husuli bilgi ile. Hem bilginin civatasıyla hem somunuyla. Hem alt yapıyla hem üst yapıyla.

[5805] Hem fıtratına fıtrî bilgiyi nakşetti, hem vahiy (zikr) ile nakşedileni hatırlattı, hem de bilmediklerini öğretti. Allah Rasûlü “Arayış” (Hırâ’) mağarasından bu vahiylerle endişeli bir halde dönünce Hz. Hatice onu şöyle teselli eder: “Vallahi Allah seni kesinlikle mahcup etmez! Çünkü sen sözüne sadık bir adamsın, akrabalık bağlarını gözetirsin, kimsesizleri korursun, konuğa ikram edersin, haklının hakkını almasına yardım edersin!” (İbn Hanbel VI, 223).


Elmalılı hamdi yazır

Rabbinin adıyla oku!. Yani onun yüce adıyla, "Allah" yüce ismi ile başlayarak oku. Okumaya başla. Yukarıda geçtiği üzere bu emir inerken, başlangıçta Hira mağarasında Hz. Muhammed'in zatına melek gelip canına tak diyen şiddetli bir sıkıştırma ile yalnız "oku" demiş. O zamana kadar Hz. Muhammed okumak bilmediği için "ben okumuş değilim" yani okumak bilmem ki ne okuyayım? demişti. Bunun üzerine yine şiddetli bir sıkıştırma ile "oku" demiş. O da yine "ben okumuş değilim" demişti. Demek ki o ilk iki "oku" emri henüz Kur'ân değil, okuma denilen işe başlamak için heceletme cinsinden hazırlayıcı bir emir teklif idi. Kur'ân, üçüncü defaki sıkıştırmadan sonra olan iş bu "Rabb'inin adıyla oku!" emri ile başlamıştı. Şu halde bu emir, ilk inmesinde hem yaratıcı bir mahiyette Hazreti Peygamber'i okumazken okur yapmış, hem öğretici bir şekilde nazmı ile okunanı belirtmeye başlamış, hem mânâsı ile ilk vazifenin böyle yaratan, terbiye eden Allah'ı tanıtmak ve onun ismiyle okumaya başlamak olduğunu yükümlü tutmak şeklinde anlatmıştır. Bu başlangıçta şöyle demek olur: Gerçi sen bu zamana kadar okumadın. "Sen Kur'ân'dan önce bir kitap okumuyordun." (Ankebut 29/48) kitabın niteliğini, imanın esasının neden oluştuğunu bilmezdin... "Sen önceleri kitap nedir iman nedir bilmezdin." (Şurâ, 42/52) Fakat işte yaratmak denilen işin sahibi olup kâinatı yaratan ve seni yaratıp yetiştiren, sana ve her işine sahip olan Rabb'in seni kudretiyle şu anda bir okur yaptı, okunacak bir Kur'ân, bir kitap indirmeğe başladı. Böyle öğretildiği gibi o Rabbi'nin ismiyle başlayarak oku!

"Kur'ân okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerinden Allah'a sığın." (Nahl, 16/98) âyetinde de geçtiği üzere Kur'ân okumanın hakikati, sözü rastgele söylemekten daha güzel bir şekilde düzgün olarak bağlayarak birbiri ardınca ağızdan sesle çıkarmaktır ki, gerek ezberden ve gerek yüzünden, gerek gizli ve gerek açık mutlak olarak okumak demektir. Kitabın kitap olması için, gerçekten yazılmış olması şart olmadığı gibi, okumak için de mutlaka yazı şart değildir.

Gözle mütalaaya (okumaya), zihinden hatırlamaya okumak demek de mecazdır. Hakikaten kırâetin kemali ezbere okumaktır. Hz. Peygamber'in hadisinde söylendiği üzere yüzünden okumanın sevab ve fazileti, kavrama ve ezberlemeye vesile olmasından dolayıdır. Resulullah'ın kırâati, yazıya ihtiyacı olmaksızın Allah tarafından kendine böyle inmiş olan Kur'ân'ı ezberinden en mükemmel şekilde okumaktır ki, kendi kendine veya namazda veya diğerlerine tebliğ için okumayı, okutmayı ve yazdırmayı kapsar. İşte eskiden hiç kitap okumamış, yazı yazmamış olan Ümmî Peygamber'e bu emir ile bir mu'cize olarak okunacak bir kitab verilmeye başlanmış ve kendisine yazmadan okuyacak okutacak, emir yoluyla yazdırtacak bir kırâet kudreti ihsan buyurmuştur. Buna besmele ile başlanması da emrolunmuştur. Ve bunun hikmeti, uluhiyet gereği olduğu da özellikle "senin Rabbin" izafeti ile anlatılmıştır. Hiç bir kitap okumadan ve kalem ile yazıyı bellemeden böyle bir kırâet mucizesi nasıl mümkün olur? gibi bir şüpheye meydan bırakılmaması için kalem işine kadar gelinmek üzere aşağıdaki gibi yaratıcılık vasfı (niteliği) ve yaratılışın başlangıcı ile uluhiyet hükmü hatırlatılarak ve açıklanarak buyuruluyor ki: O Rabb'in ki yarattı, yani olmayan şeyi yaratmak kendisinin vasfı olan, yahut seni ve her şeyi yaratan Rabb'inin ismiyle oku ki

2. O insanı bir kan pıhtısından yarattı.

ALAK , aleka 'nın çoğulu olarak sayılmıştır. Beydâvî demiş ki: "İnsan" kelimesi, çoğul mânâsında olduğu için çoğul yapılmıştır. "Kamus" ve şerhlerinden anlaşıldığına göre 
aslında lügatta alek maddesi, yapışıp ilişmek mânâsına vaaz edilmiştir. Ve mutlak şekilde ilişken ve yapışkan nesneye de denir. 
** Bundan her türlü kana ve kırmızı kana ve özellikle uyuşuk kana alek denilmiş. 
*** Kandan bir kısım olması itibariyle veya doğrudan doğruya ilişiklik mânâsı ile rahimdeki tutuğa da aleka denilmiştir. 
**** Yapışkanlığından dolayı sülük 
***** ve kuyu makarasına ve ipine ve makarasının iliştirilip ipi geçirilen takıntısına ve işlek yola da alek denilir . Bütün bunlar maddî mânâdır. 

****** Bunlardan başka alek, ruhanî ve manevî olarak "alaka" gibi aşk ve sevgi mânâsına geldiği de lügatta açıklanmıştır.

Tefsir bilginleri, yaratılışın maddi yönünü göz önünde bulundurarak meni (sperma)nin aşılamasından sonra medana gelen kan pıhtısının çoğulu olmasıyla yetinmişler ve bunu en alçaktan en yükseğe yükselmeyi göstermek için açıkça anlaşılan mânâ olarak görmüşlerdir. 

Fakat manevî yönü de kapsamak üzere mutlak bir alaka, bir ilişik mânâsına müfred olarak düşünülmesine hem alekanın yaratılmasına da başlangıç olan ve Rabbanî bir izafetten ibaret bulunan ruhî ilişiğe kadar insanın bütün yaratılışın başlangıçlarını kapsayan, hem de okunanın ruhî bir sevgi ve alaka ile takip edilmesi hususuna da açık faydalı bir uyarım olacağından dolayı daha ince, daha derin, daha beliğ olur. 
Bu şekilde meâle şöyle demeli: "O, insanı bir ilişikten yarattı. 
Bununla beraber iki takdirde de kısaca mânâsı şudur: "Bir alakadan, yahut sırf bir ilişikten bir insan yaratan ve mutlak surette yaratmak kendinin şanı olan Rabb'in hiç okumamış olan kimseyi de böyle bir emir ile elbette okutur. Onun için oku!

3. Onun ismi ile "oku" tekrarı ifade eden bu ikinci emir okumak yeteneğinin tekrar ile meydana geleceğini uyarmak üzere birinci "oku"yu pekiştirmek için bir tekrar olduğu gibi, daha sonraki âyetlerden hareket ederek başkalarına tebliğ etmek veya yazdırmak için okumak üzere ikinci bir emir de olur. Bundan dolayı kalem ile yazı meselesi burada açık olarak anlatılarak, mümkün olup olmamakla ilgili sorunun çözümü, başlangıç veya itiraziye (parantez içi) veya hal vavı ile şöyle tamamlanıyor. Ve Rabb'in sonsuz kerem sahibidir. mübteda, sıfatı haberdir. (el-Ekrem) haber, (ellezi) onun sıfatı olması da caizdir. İki durumda da müsned marife (belirli) olduğu için kasr (tahsis) vardır. Birinci tarz, sözün gelişine daha uygun ve peygamberlik ile lütuf ve ihsanda bulunmanın kalem ile ikramda bulunmadan daha yüksek olduğunu anlatmada daha açıktır. Yani başkası değil, o her cömertten daha cömert olan Keremine, kerametine nihayet olmayan, karşılıksız, bedelsiz, korkusuz, endişesiz lütuf ve hilmi ile, sebepli veya sebepsiz, alışılmış ve alışılmamış cömertlik ve yardım ile nimet verip, ihsanda bulunan kerametler ve mucizeler bağışlayan ve gerçek kerim (cömert) yalnız kendisi olan o yaratan ve sana ismi ile başlayarak okumayı emreden ancak Rabb'indir.

4. O kalem ile öğretendir. Kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de odur. Yoksa bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.

5. O, insana bilmediği şeyleri öğretti. İnsanda olmayan kuvvetleri, yetenekleri, kabiliyetleri yaratarak ve deliller getirerek ve âyetler indirerek vehbî (Allah vergisi) olarak da öğretti. Çalışarak kazanma yoluyla da öğretti. İşte öyle sonsuz kerem sahibi olan Rabb'in sen hiç okumamışken, yalnız cömertliğinden sana Ledünnî (Allah tarafından ihsan edilen) bir ilim vererek böyle bir emir ile seni kaleme muhtaç etmeden de okutur, bilmediğin şeyleri bildirir ve bildirdi. Onun için sen de onun ismiyle bu Kur'ân'ı oku, oku. Beydâvî der ki: Yüce Allah insanı en özel mertebelerden en yücesine nakleden ve nimetini ortaya koymakla Allah'lığını anlatmak ve cömertliğini gerçekleştirmek tarzında insanın başlangıç ve son durumunu sayarak bu şekilde önce Allah'ı tanımaya akıl yoluyla delalet edene işaret; ikinci olarak da işitme yoluyla delalet edene uyarıda bulunmuştur.

Doğrudan doğru yaratılışı incelemenin Allah'ı tanımaya delaleti akla dayanır. Okuma ve yazmada ise okuyan ve yazandan nakletme itibarıyla (Allah'ı tanımaya) işitmeye dayalı delaleti vardır. Bu şekilde Kur'ân akli delilleri de kapsamakla beraber onlar onun mânâsı olduğundan asıl kendi delaleti, sözle ve işitme yoluyla olan delalettir. Peygamber'in Allah'tan öğrenerek okuduğunu nakleder ve anlatır demek olur. Kur'ân'ın ilk inen âyetinin, böyle akıl ve işitmeye dayanan delili kapsayan, tekvinî (var etmeyle ilgili), teşriî (kanun yapmaya ait) emirlerle oku oku diyerek ve okumanın, yazmanın, ilmin öğretilmesi insana Allah'ın en büyük kereminden olduğunu hatırlatarak gelmesi elbette çok önemli ve çok dikkate değer. Burada Peygamber'in okumak için yazıya ihtiyacı olmadığı bildirilmekle beraber şüphe yok ki kalem ile öğretmenin de Allah'ın büyük bir ikramı olduğu açıklanmış ve böylece ümmet okuyup yazmaya teşvik edilmiş ve özendirilmiştir. Şu kadar ki bunu anlatırken peygamberin yazı yazmaksızın okuması, kitap sahibi olması, hakkındaki Allah'ın keremini, yani peygamberlik ve elçiliğini ispatlama görüşü açısından daha yüksek olduğu da ifade edilmiştir








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder