16 Ocak 2021 Cumartesi

HANİFLER

 Genel anlamda İslam öncesi Arap Yarımadasında putperest bir toplumda tek tanrılı inanca sahip olan dört büyük ve önemli Haniflerden bahsedilir (Hünefa-i Erbaa). Bunlar,
Varaka bin Nevfel,
Ubeydullah bin Cahş,
Zeyd bin Amr bin Nufeyl ve
Osman bin Huveyris‘tir.
Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi, Arap Yarımadasında yaşayan Haniflere ve sahip oldukları özelliklere örnekler fazlaca mevcuttur. Yukarıda zikrettiğimiz isimlerin Hanif dinine bağlı oldukları net ifade edilse de, yine bazı kaynaklarda Hanif olduğu tahmin edilen karakterlerden de bahsedilir. Örneğin Hz. Peygamber‘in amcası Ebu Talip‘in de Hanif olduğundan bahsedilir (tıpkı dedesi Abdülmüttalip gibi). Hatta bazılarına göre Ebu Talip bölgedeki Haniflerin lideriydi.

Put perest bir toplumdan gelen, ancak tek tanrıya inancını muhafaza etmeler, temiz (helal/koşer) yemek kurallarına uymaları, namaz/dua kılmaları (ibadet etmeleri) en temel özellikleri arasındadır. Biz burada İslam öncesi Arap toplumu arasında putlara tapınmaktan sakınanların (yani Haniflerin) fonksiyonu daha iyi anlayabilmek için özellikle dört Hanif‘in kısaca özelliklerini zikredeceğiz. Ancak İslam kaynaklarında zikredilen dört Hanif‘ten önce, kronoloji açısından daha önce karşımıza çıkan Rahip Bahira‘dan bahsetmemiz gerekmektedir. Şu kadarı vakidir ki, Hz. Peygamber‘in doğduğu ve yetiştiği çevrede birçok din mensubu var idi. Hatta Hz. Peygamber ticaretle uğraştığından ve birçok kez Şam gibi önemli ticaret merkezlerine seyahat ettiğinden dolayı farklı din ve kültür mensuplarıyla tanışmıştır. İslam kaynaklarında ona vahiy gelmeden önce amcasıyla birlikte gittiği ticaret seyahatlarından birisinde, Hıristiyan Rahibi olan Bahira ile karşılaştığı bildirilmektedir. Rahip Bahira ismiyle maruf olan Cercis (Sergius), Busra kentinin Manastırında bulunan bir rahipti ve Hz. Peygamber‘in biyografisinde önemli bir yere sahiptir. İslam kaynaklarındaki anlatımlara göre Hz. Peygamber daha henüz on iki yalındayken amcası Ebu Talip ve Kureyşten bir kervanla birlikte ile birlikte Suriye‘ye gider ve yolda Busra‘da bir manastıra uğrarlar. Kaynaklar ‘da Mekke‘den gelen kureyşli kervanların (diğer kabileler için de geçerli), Busrâ‘da küçük manastıra uğradıklarını ve burada da eskiden beri bir kitap bulunduğunu söylerler. Dolayısıyla burada hemen şu hususa dikkat çekmek gerekir ki, kaynaklarda yer alan bu ifadelere göre Arap Yarımadasında yaşayanHıristiyanların, en azından bazı bölgelerdeki Hıristiyanların ellerinde Kutsal kitapları da bulunmaktaydı. Yine İslam kaynaklarına göre o dönemde Hıristiyanların ellerinde bulunan Kutsal Kitap‘ta Hz. Peygamber‘in müjdeleneceği yazmaktaydı. Rahip Bahira‘ da Hz. Peygamber‘in sırtında peygamberlik mührünü görünce, onun Allah tarafından gönderilen son peygamber olduğunu anlamıştır.
Burada çalışmamız çerçevesinde önemli olan husus ise, kaynaklarda Bahira‘ nın Hanif olduğu rivayetidir. Bundan dolayı da Hz. Peygamber‘le ilgilendiği ve Hz. Peygamber‘in onu daha sonra ziyaret ettiği de rivayet edilir. Bu bağlamda Hz. Peygamber‘in yakınında bulunan Ninovalı Addas, Mariye (el kıptî), Bilal Habeşi ve Necranlı Kays b. Saide de zikredilir. Zikredilen isimlerin hepsinin diğer din mensubu olduğunu bilmemiz, Arap Yarımadasındaki ve Hz. Peygamber‘in bulunduğu sosyopolitik ve dinî durumu göstermekteydi. Rahip Bahira örneği zikrettikten sonra, İslam kaynakları açısından, İslam öncesi Hanif dinine mensup olanların arasında (en önemlilerden biri olarak) Varaka b. Nevfel zikredilmektedir. İslam kaynaklarına göre Varaka ―Hz. İbrahim‘in getirdiği tevhit dinini aramaya koyulmuş ve Hıristiyanlığı seçmişti. Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, aslında Hanif bir inanca sahipti, zira Hz. İbrahim‘in dininden Hanifliğin kast edildiğini
söylemiştik. Bize göre onun Hanif inancına sahip ve dolayısıyla Theosebes olduğunu gösteren önemli ipuçlarından birisi de, onun İbranice ve kısmen Grekçe‘ye vakıf olduğu bilgisidir. Buna binaen onun Tevrat ve İncil‘den bazı ayetleri okuyup yazdığı söylenmektedir. Varaka ayrıca Hz. Peygamber‘in ilk eşi olan Hatice‘nin akrabası idi. Hz. Peygamber‘e 610 yılında vahyin geldiğinde Hz. Hatice onu akrabası Varaka‘ nın yanına götürmüş, Varaka, Allah Resulüne gelenin vahiy meleği Cibril‘in olduğunu ve tıpkı Hz. Musa‘da olduğu gibi ona da peygamberlik görevi verildiğini müjdelemiştir.
Dolayısıyla yukarıda da söylediğimiz gibi Varaka b. Nevfel aslında tam manasıyla Yahudi ve Hıristiyan olduğunu söylemek mümkün olsa bile, onun Hanif olması ihtimalini de göz ardı etmemek gerekmektedir. Bununla birlikte Varaka b. Nevfel‘in akrabalık ilişkilerine baktığımızda ve İslam literatürünün onun dinî dili hakkında verdiği  ilgileri göz önüne aldığımızda, Yahudi olma olasılığı daha yüksektir. İslam tarihçileri Hz. Peygamber‘in adeta müjdelenmesine vesile olan birini Yahudi göstermektense, İslami gelenekle daha örtüşen Haniflik ile irtibatlandırması mantıklı bir kurgu yapıldığı izlenimini bırakmaktadır. Dört büyük Haniflerin ikincisi Ubeydullah bin Cahş‘tır. İslam kaynaklarında Ubeydullah‘ın Bahira gibi (bazı Haniflerin) Hıristiyan olduğu aktarılmaktadır. Ubeydullah eşi Ümmü Habibe‘yle birlikte Habeşistan‘a ilk hicret eden Müslümanlar arasında yer almaktaydı. İslam kaynaklarına göre Ubeydullah önce Hıristiyan iken, sonra Müslüman oldu ve Habeşistan‘a göç etti. Ancak orada tekrar Hıristiyan oldu. Dolayısıyla Ubeydullah‘ın hem İslam öncesi Hanif oluşu hem de İslam‘ı kabul ettikten sonra tekrar Hıristiyan olması, Haniflerin Hıristiyan tandanslı olduklarını göstermektedir. Bu kapsamda, üçüncü örnek olarak Osman bin Huveyris‘i de zikredebiliriz. Osman bin Huveyris nihai olarak Hıristiyanlığı seçmiş ve Bizans hükümdarının yanına gitmiş ve orada itibar görmüştür. Kaynaklara göre Osman b. Huveyris Bizans imparatoru ile devamlı irtibat hâlindeydi ve Hicaz bölgelerini Bizansa bağlayıp Gassanîler gibi bir devlet kurmak ve bu devletin başına kral olmak istiyordu. Bununla birlikte Mekkelileri de zorla Hıristiyan yapmak istediğinden (ancak başarılı olamadığından) bahsedilir.
Dört Hanif‘ten ikisinin Hıristiyanlığa yakınlık göstermesi, hem İslam öncesi, hem de İslam sonrası (yani tekrar Hıristiyanlığı seçmeleri) önemlidir. Zira yukarıda bahsettiğimiz gibi bu, tarihi kronoloji açısından Haniflerin Theosebes‘ler olduğuna işaret etmektedir. Zira M.S 3.yy‘dan itibaren Hıristiyanların arasında varlığını sürdüren Theosebes‘lerin Arap kaynaklarında Hıristiyanlığa yakın duran bir grup olarak gösterilmeleri buna delalet etmektedir. Arap Hıristiyanlığın o bölgenin ilmî ve ekonomik kalkınması için katkıda bulunduğunu söylememiz gerekmektedir. Arap Hıristiyanların Arap toplumuna katkıları tartışılmazdır. Sadece kültürel veya dinsel değil, edebiyat, şiir, tercüme gibi entelektüel faaliyetlerin başında Hıristiyan Arap şair ve düşünürleri gelmekteydi. Arap Hıristiyanlarının yazma faaliyetleri ve Kitab-ı Mukaddes‘in yazılı nüshaları ellerinde bulunmaları önemlidir. Bazı batılı araştırmacılara göre Kur‘an‘ın yazıya geçiriliş sürecinde Süryanilerin kutsal yazılarından da faydalanmıştır. Buna tamamıyla katılmasak dahi Kur‘an‘da bazı Süryanice asıllı kelimelerinde olmasının Arap Yarımadasındaki Arap Hıristiyanların faaliyetleri ve bize göre Hanif olmalarından dolayı kaynaklanmaktaydı. İslam kaynaklarında ayrıca Elkasailer, Maniheistler, Sabiiler gibi Gnostik Hıristiyan akımlarından da bahsedilir.
Bunun dışında, Süryani Hıristiyanlarının Kitab-ı Mukaddes‘i Süryaniceye tercüme etmiş olmaları, İslam öncesi ve İslam‘ın teşekkül sürecine de katkıda bulunduğunu iddia eden araştırmacıların olduğunu söylememiz gerekmektedir. Kur‘an‘da kullanılan yabancı kelimeler arasında İbranice ve Süryanice (Aramice) kökenli birçok kelime vardır. Ancak biz tezimizin konusuyla ilgili olduğundan dolayı sadece hanpa kelimesi üzerine duracağız. Peşitta‘da Resullerin İşleri 10:2‘de Cornelius‘un bir Gentile olmasına rağmen ―tanrıdan korkan‖ biri olması hanpa kelimesiyle ifade edilir. Bu kelime daha sonra Kur‘an‘daki Hanif kelimesine de kaynaklık teşkil edecektir (kelimenin kendisi ve manası). Sadece Süryanice değil, Arap Hıristiyanlarının Grekçe ve İbranice‘ de bildikleri ve ellerinde çeşitli liturji metinlerin bulunduğu ifade edilmektedir. Bu husus önemlidir, zira İslam kaynakları genellikle İslam öncesi Arabistan‘ daki kültürel ve ilmî durumun gelişmediğini, okuma yazmanın yaygın olmadığını ifade etmek için anlattıklarında, bu döneme Cahiliye dönemi denilmektedir. Ancak Arap Hıristiyanlarına baktığımızda, bunun sadece kısmen doğru olduğunu söylememiz gerekmektedir. Zira Arabistan Hıristiyanları, yukarıda da belirttiğimiz gibi, okuma yazmayı biliyordular (buna Hanifleri de ilave etmemiz gerekmektedir). Hatta Arabistan Hıristiyanları, temel teolojisi hakkında birçok eser Süryanicede de kaleme alınmış ve çeşitli bölgelerde, manastırlarda vs. kullanmışlardır. Bundan dolayı da Kitab-ı Mukaddes‘in Süryanice tercümesi Peşitta da Arap Yarımadasındaki Hıristiyanlar tarafından kullanılmaktaydı (bunu Rahip Bahira ve diğer bazı Haniflerle ile ilgili anlatılan rivayetlerden de görebilmekteyiz).
Bu da kendini yukarıda değindiğimiz gibi, Kur‘an‘ın içerisindeki bazı Arap kökenli olmayan kelimelerle gösterir. Dolayısıyla Kur‘an‘da Süryanice kavramların kullanılması pek reddedilecek bir durum değildir. Dolayısıyla İslam kaynaklarında zikredilen Arap Hıristiyanların genellikle Hanif olarak da zikredildiklerini söylememiz  mümkündür. Buna birçok örnek zikretmemiz mümkündür. Bu bağlamda Haniflerin de Arap Hıristiyanları arasında yer aldığını, bir kaç örnek zikrederek, söyleyebiliriz. İslam tarihinden örnek verecek olursak, Ebu Ubeydullah bin Cerrah‘ın Habeşistan‘ a hicretten sonra tekrar Hıristiyanlığa dönmesi, Varaka bin Nevfel‘in Hıristiyan bir rahip olarak tanıtılması Arabistan‘daki Haniflerin Hıristiyanlığa yakın görüldüğünü göstermektedir. Julius Wellhausen‘a göre, Hanif kelimesiyle ―rahip‖ kelimesi zaman zaman birbiri yerine kullanılmıştır.―Buna ilaveten (bu görüşümüze ilaveten) Medine‘ nin en meşhur Hanif‘i olan Ebu Amir‘in, er-Rahip lakabıyla maruf olduğunu da ilave edecek olursak, Hanif kelimesiyle rahip kelimesinin alakalı olduğunu anlarız.‖ Dolayısıyla Wellhausen‘e göre Hıristiyan rahiplerine Hanifler de denmekteydi. Buna Kur‘an‘dan bir ayeti, dolaylı da olsa, delil olarak sunabiliriz. Kur‘an‘da Maide Suresi 82. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
“Kesinlikle bütün insanlar içerisinde, (bu mesaja) iman edenlere karşı en çok düşmanlık yapanların Yahudiler ve Allah’a şirk koşanlar olduğunu görürsün. Yine onlar içerisinden (bu mesaja) iman edenlere en yakın olanların da, “Biz Nasara’yız” diyenler olduğunu görürsün. Bunun nedeni, onların arasında böbürlenmeyen keşişlerin ve rahiplerin bulunuyor olmasıdır.”
Burada iki hususa dikkat çekmek istiyoruz. Birincisi, bu ayette tarif edilen toplumun içerisinde ―Yahudiler‖ ve ―şirk koşanlar/paganlar‖ olduğunun söylenmesidir. Buna ilaveten ―biz Nasarayız diyenler bulacaksın” denilmesi, bize göre aslında bu zümrenin Hanifler olduğuna işaret etmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi nasara, nasroye gibi ifadeler Haniflere ve dolayısıyla Theosebes‘lere işaret etmektedir. Ayrıca pagan ve Yahudi toplumun arasında “iman edenlere en yakın olanların” denilmesi, İslam‘ a ve dolayısıyla tek tanrılı inanç kast edilmektedir. Dolayısıyla İslam inancına yakınlık arz eden bu din, İslam harici diğer dinler arasında en makul olan din olarak zikredilmektedir.
Dikkate değer bir ikinci husus ise, bu ifadelerden sonra iman eden zümrenin içerisinde keşiş ve rahiplerin olduğuna işaret edilmesidir “çünkü bunların içinde âlim keşişler ve târiki dünya rahibler vardır ve bunlar kibr etmezler”. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Haniflerle rahipler arasında yakın bir irtibat kurulmaktaydı. Bize göre burada ifade edilen iman edenler ve rahiplerden kasıt, Hanifler ve dolayısıyla Theosebes‘lerdir. Dolayısıyla İslam kaynaklarında Haniflerin Hıristiyanlığa daha yakın görüldüğü aşikârdır. Ancak şunu da ifade etmemiz gerekir ki, bu bağlamda zikredilen ―Hıristiyanlar‖ ın teslis inancına sahip olup olmadıkları konusu muammadır. Bize göre teslis inancına sahip değildiler ve bundan dolayı da aslında Hıristiyan denilmesi yanlıştır. Kanaatimizce Hıristiyanlığa yakın durdukları için (aralarında rahiplerin vs. olduğu için) öyle sanılmıştır. Nitekim Ubeydullah bin Cahş‘ın eşine ―önceleri din konusunu uzun uzadıya düşünmüştüm, Hıristiyanlık‟tan daha hayırlı bir din görmeyip Hıristiyan olmuştum. Sonra Muhammed’in dinine girdim ve şimdi tekrar Hıristiyanlığa döndüm‖ sözü ve onu da Hıristiyan olmaya zorlaması buna delildir. Burada Ubeydullah bin Cahş‘ın neden Hıristiyanlıktan İslam‘a ve tekrar Hıristiyanlığa geçtiğini anlamak ilk bakışta kolay değildir. Ancak bize göre Ubeydullah Arabistan‘daki Hıristiyanlarda (ve inançlarında) tek tanrılı inancın olmadığını gördüğü (veya düşündüğü için), İslam‘ın doğuşuyla birlikte gerçek tek tanrılı inancın orada olduğuna inanmış ve Müslüman olmuştur. Daha sonra Habeşistan‘a hicret edip, oradaki ―Hıristiyanları‖ görünce, tekrar eski dinine dönmeği istemiş olması muhtemeldir. Zira Habeşistan, Hıristiyan inancını kabul etmeden önce Yahudi nüfuzu altında yaşamış ve bundan dolayı, Yahudilerin uyduğu hükümlerin çoğuna riayet etmekteydiler. Dolayısıyla kanaatimizce Habeşistan‘da Theosebes‘lerin mevcut olması ve Ubeydullah‘ın bundan dolayı tekrar Nasara olması muhtemeldir. Ayrıca bize göre Arapça kaynaklarda Ubeydullah bin Cahş‘ın tekrar din değiştirmesiyle ilgili kullanılan kelime ―tenassara‖dır (Tenassra Nasrani- nasara oldu demektir). Ayrıca o dönemin Habeş kralı Necaşi‘nin de İslam‘a yakın durduğunu bilmekteyiz. Sahabe ‘ye hicret edebilecekleri ve ―rahat‖ edebilecekleri yer olarak Habeşistan‘ ı ve kralını tavsiye etmekteydi. “Habeş toprağına giderseniz iyi olur! Çünkü orada, yanındakilerin hiçbirine zulüm yapılmayan bir kral vardır. Hem orası bir doğruluk ülkesidir.
Yüce Allah, içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış ve kurtuluş yolu açıncaya kadar siz orada bulununuz.”
Nitekim yukarıda Ebu Amir örneğinde söylediğimiz gibi, İslam dini ilk ortaya çıkışında Hanifleri kendisine temel muhatap belirlemiş (Mekke dönemi), daha sonra Medine döneminde ise, artık Hanifliği İslam‘ın çatısı altına almaya çalışmıştır. Nitekim bazı İslam âlimlerine göre İslamiyet‘in temelini Haniflik dini oluşturmaktaydı. Haniflerin özelliklerini anlamak için son olarak Said b. Zeyd‘in babası Zeyd b. Amr b. Nufeyl‘i zikredebiliriz. Hz. Peygamber‘e vahiy gelmeden önce bir dönemde, kendisi Zeyd b, Amr ile birlikte Mekke‘de Kureyşlilerin bir yemeğinde karşılaşmışlardır. “Tıpkı Hz. Muhammed (sav) gibi Zeyd de kendisine ikram edilen yiyecekleri yememiş ve Kureyşlilere “Ben sizin putlarınız adına kestiğiniz hayvanların etinden yemem” ben ancak Allah adına kesilenlerden yerim” diyerek ikramı reddetmişti.”
Burada Zeyd‘in helal haramlara dikkat etmesi ve bunun bilincinde olması, İslamî kaynaklarda Müslümanlığın gerekliliği olarak gösterilse de, tarihi anakorizmaya düşmemek adına daha net ifade etmemiz gerekir. Zeyd‘in burada putların adına kesilen eti yememesi, Yahudi kaşrut kurallarına uygun bir davranıştır. Zeyd‘in Hanif olduğunu kabul edersek, o zaman bu davranışı sergilemesi doğaldır, zira Hanifler (Theosebes‘ler) kaşrut kurallarına uymaktaydılar. Ayrıca Zeyd‘in tıpkı Hz. Peygamber (ve diğer Hanifler gibi Hira dağına çıkıp oraya inzivaya çekildiği (ibadet ettiği) zikredilir. Bu ibadetin şekli ve vakitleri hakkında net bir bilgi mevcut değildir. Bazı kaynaklara göre Hz. Peygamber‘in Hira Dağı‘na her yıl yapılan ziyaretler sırasında çoğu zaman Zeyd‘le sohbet ettiği ifade edilmektedir.
kaynak:kenandabirkuyu.com

15 Ocak 2021 Cuma

Kus bin Saide

Kus b. Sâide b. Amr el-İyâdî (ö. 600)

UKAZDA PANAYIRDA...

Hz Muhammedin de, Hz Ebubekirinde içerisinde bulunduğu topluluk alış verişte ve topluluğun içerisinden Kızıl Tüylü bir deve üstünde ihtiyar bir insan peydahlandı. İri gözleriyle ufukları süzen genç ve dinç devenin üstünde, gözleri çukura kaçmış ve içinin ufuklarına dalmış, yaşlı ve iki büklüm süvari...

Süvari söze başladı:

“Ey insanlar! 

Geliniz, dinleyiniz; dinlediklerinizi belleyiniz ve ondan faydalanınız, ders alınız. Gerçek şudur ki, yaşayan ölür; ölen yok olur.
Olacak olur, yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, analarının babalarının yerini tutar.
Sonra hepsi mahvolup gider.
Olayların ardı arkası kesilmez, birbirini takip eder.

Kulak veriniz, dikkat ediniz,
gökte haber var, yerde ibret alınacak şeyler var.
Yeryüzü bir sarayın döşemesi, gökyüzü bir yüksek tavan.
Yıldızlar yürür, denizler durur.
Gelen kalmaz, giden gelmez.
Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar, yoksa orada bırakılıp uykuya mı dalıyorlar?

Yemin ederim,
Allah’ın bir dini vardır ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir;
Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki, onun gelmesi pek yakındır. Gölgesi üzerinize gelmiştir.
Ne mutlu o kimseye ki, ona inanıp doğru yolu bulur.
Ne yazık o talihsize ki, ona karşı gelip isyan eder.
Yazıklar olsun ömürleri gaflette geçenlere!

Ey İyâd kabilesi!
Hani babalarınız ve dedeleriniz,
hani süslü köşkler ve taştan evler yapan Âd ve Semûd kavmi?
Hani dünya varlığına aldanıp da kavmine “Ben sizin en büyük rabbinizim” diyen Firavunlar, Nemrutlar!
Onlar sizden daha zengin ve daha güçlü değiller miydi?
Bu toprak onları değirmeninde öğütüp toz etti, yok etti.
Kemikleri bile çürüyüp dağıldı.
Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini, yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor!
Sakın onlar gibi etmeyin; onların yolundan gitmeyin.
Her şey geçicidir. Kalıcı olan ancak Allah’tır ki, birdir, eşi ve benzeri yoktur. Tapılacak ancak O’dur.
Doğmamış ve doğurmamıştır.
Evvel gelip geçenlerden bizim ibret alacağımız şey çoktur.

Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yerleri yoktur.
Büyük küçük, genç yaşlı herkes göçüp gidiyor.
Giden geri dönmüyor.
İyice anladım ki, herkese olan bana da olacaktır...”



Hz. Peygamber tekrar dinlediği bu hutbeyi tasvip etmiş ve Kus hakkında, “Allah Kus’a rahmet eylesin, kıyamet gününde onun ayrı bir ümmet halinde diriltileceğini umarım”
demiştir.

Yetiştirdiği hatiplerle tanınan Necran çevresindeki İyâd kabilesine mensuptur. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmamakta, ancak kaynaklarda iyi bir hatip ve şair olduğu, insanlara nasihat etmek üzere Irak ve Suriye dahil birçok yeri gezdiği, hatta bu arada Bizans imparatoruyla dostluk kurup onunla ilim, akıl, edep, mürüvvet, mal ve mülk konularında sohbet ettiği belirtilmektedir. Resûl-i Ekrem’in, risâletinden önce adı Hanîfler arasında zikredilen Kus b. Sâide’nin Ukâz panayırında verdiği hutbeyi dinlediği, İslâm’a girmek üzere Cârûd b. Abdullah başkanlığında Medine’ye gelen İyâd kabilesi heyetine onu sorduğu ve kendisinin ölmüş olduğunu öğrendiği rivayetler arasında yer alır. Tevhid inancına vurgu yapması sebebiyle Hz. Peygamber’in çok beğendiği, ancak ezberlemediği bu hutbeyi orada bulunan Hz. Ebû Bekir’in ezbere tekrarladığı rivayet edilir.


Kus b. Sâide’nin Câhiliye Arapları içinde öldükten sonra dirilmeye inanan ilk kişi olduğu, yalnız Allah’a inandığı, Araplar’ı putlardan uzak durmaya, Allah’a ibadet etmeye çağırdığı ve onlara yakında bir peygamberin geleceğini haber verdiği nakledilir. Kısa ve öz konuşması yanında etkileyici ve secili ifadeler kullanmasından dolayı belâgatı “Kus’tan daha beliğ” ifadesiyle darbımesel haline geldiği gibi onun Araplar’ın hakîm ve hakemi diye anılmasına da yol açmıştır. “Necran papazı gibi belâgat sahibi” denilerek örnek getirilmesinden dolayı da yanlışlıkla Necranlı bir hıristiyan rahibi olduğu sanılmıştır. Mektupların başında yer alan “min fülân ilâ fülân” ibaresiyle “ammâ ba‘dü” şeklindeki başlangıç sözünü (faslü’l-hitâb) ilk defa onun kullandığı ve yine ilk defa onun konuşma sırasında yüksek bir yere çıkmak, kılıç veya asâya dayanmak gibi âdetleri başlattığı ileri sürülür. Aynı zamanda tabip, kâhin ve şair olan, kendisine nisbet edilmiş şiirler bulunan Kus b. Sâide’nin davalara da baktığı ve, “Delil getirmek davacıya, yemin etmek davalıya düşer” prensibine göre hüküm verdiği söylenir.

Muammerûn*dan olan ve seksen üç yaşında iken 600 yılı civarında öldüğü belirtilen Kus b. Sâide’nin 180, 350 ve hatta 700 yıl yaşadığı da rivayet edilir. Halep yakınında Ravhîn’de bulunan bir adak ve ziyaret yerinin onun kabri olduğu kabul edilmektedir.

Kus b. Sâide’nin adının “kas” veya “kıssîs” kelimesiyle ilgisi üzerine birçok tartışma yapılmış (Sezgin, II/2, s. 126-129), kendisine nisbet edilen konuşmalar birçok kaynakta yer almasının yanında hayatıyla ilgili bazı bilgileri de içeren müstakil bir risâlede toplanmıştır (Hâşim Mennâ‘, “Ḥadîs̱ü Ḳus b. Sâʿide el-İyâdî”, Mecelletü Külliyyeti’d-dirâsâti’l-İslâmiyye ve’l-ʿArabiyye, Dubâi 1991, II, 199-231). İbn Dürüsteveyh Ḫaberu Ḳus b. Sâʿide ve tefsîruh adlı bir eser telif etmiş, Marek M. Dziekan da Kus b. Sâide’nin hayatını ve hakkındaki efsanevî rivayetleri ele alan Quss Ibn Sâʿida al-Iyādī: Legenda życia i twórczosci adıyla bir çalışma yapmıştır (Warszawa 1996).

Bir Hanif: Zeyd bin Amr

Zeyd b. Amr b. Nüfeyl el-Adevî el-Kureşî (ö. 606)

 Zeyd’in babası Amr b. Nüfeyl, babasının ölümü üzerine Câhiliye âdetine uyarak onun karısı Haydâ’ bint Hâlid’le (bazı kaynaklarda Hanne bint Câbir) evlenmiş, Zeyd bu evlilikten dünyaya gelmiştir.
Haydâ’nın Nüfeyl ile evliliğinden olan Hz. Ömer’in babası Hattâb, Zeyd’in hem amcası hem anne bir kardeşidir.
Zeyd de aşere-i mübeşşereden Saîd’in ve Hz. Ömer’in hanımı Âtike’nin babasıdır.

Câhiliye döneminde Kureyşliler, Büvâne isimli putun yanında yılda bir defa toplanır, ona kurban kesip hediyeler sunar, etrafında döner ve o günü bayram sayarlardı. Bu günlerden birinde dört kişi gizlice bir araya gelerek bu uygulamanın yanlışlığı hususunda görüş birliğine vardı ve yeni bir din arayışı maksadıyla bazı memleketleri dolaşmaya karar verdi.
Bunlardan Varaka b. Nevfel ile Osman b. Huveyris Hıristiyanlığı kabul ederken
Resûl-i Ekrem devrine kadar arayışını sürdüren Ubeydullah b. Cahş müslüman olduktan sonra Habeşistan’a hicret etti, orada Hıristiyanlığa geçti ve hıristiyan olarak öldü.

Zeyd b. Amr ise araştırmaları neticesinde Yahudiliği de Hıristiyanlığı da benimsemedi ve kendi ifadesiyle “İbrâhim’in rabbine” ibadet ederek yaşadı.
Bu bakımdan Zeyd risâletten önce Mekke’de Hanîfliğin en önemli temsilcilerinden sayılır.

Zeyd b. Amr, bu süreçte farklı din mensuplarıyla görüşmek için Mekke’den ayrılmak istediğinde akrabalarının muhalefetiyle karşılaştı. Karısı Safiyye bint Hadramî onun niyetini Hattâb’a bildirdi, o da kendisine mani oldu.
Kabilesi tarafından dışlanan Zeyd bir dönem Hira dağında yaşamaya mecbur kaldı. Onun Mekkeli gençleri yanına çekmesinden endişelenen Hattâb bazı kişileri başına musallat ederek Mekke’ye girmesini engellediğinden Zeyd şehre gizlice girmeye çalışırdı.
Mekke’ye girebildiği zamanlarda insanları uyarır, Kâbe’nin yanında onlarla konuşur, İbrâhim’in dinine uyanlardan kendisi dışında kimsenin kalmadığını söyler ve şöyle dua ederdi: “Allahım! Şahit ol ki ben İbrâhim’in dinindenim”
(Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 24);
“Ey Allahım, ey İbrâhim’in ilâhı, dinim İbrâhim’in dinidir” (Nesâî, “Menâḳıb”, 13).
Bu dinin gereklerini tam bilemediğinden Kâbe’ye dönüp, “Allahım! Sana ibadet etmenin en iyi yolunu bilsem öyle ibadet ederdim, ne yazık ki bilmiyorum!” diye hayıflanır, elleri üzerine secde ederdi. Onun ayrıca belirli vakitlerde Kâbe’ye yönelerek namaza benzer bir ibadeti yerine getirdiği zikredilmektedir (
, I, 569-570).

Hak din yolunda Hayber ve Medine yahudileriyle, Fedek, Eyle, Musul ve Cezîre taraflarındaki yahudi ve hıristiyan din adamlarıyla görüşen Zeyd bunlarda aradığını bulamayınca Dımaşk’a gitti. Belkā’da (yahut Hîre, Cezîre veya Musul’da) karşılaştığı bir rahip kendisine aradığı dinin artık mensubu kalmayan Hanîflik olduğunu, onu ihya edecek peygamberin Hicaz’da çok yakında ortaya çıkacağını söyledi. Bunun üzerine geri dönen Zeyd dönüş yolunda bir rivayete göre Lahm kabilesinin topraklarından geçerken öldürüldü.
Birçok kaynakta, Zeyd’in bi‘setten beş yıl kadar önce Kâbe’nin tamir edildiği dönemde vefat ettiği kaydedilmekle birlikte Dımaşk’ta öldüğüne dair bilgiler de mevcuttur (İbn Asâkir, XIX, 516). Nitekim Dımaşk’tan dönünce dolaştığı yerlerde Hz. Peygamber’in zuhuru ve sıfatları hakkında öğrendiklerini başkalarına anlattığına dair rivayetler (İbn Sa‘d, I, 161-162; İbn Asâkir, XIX, 503-504; İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî, XIV, 300) kendisinin Mekke’ye ulaştığını ve burada bir süre daha yaşadığını göstermektedir. Zeyd, Medineli Hanîf Ebû Kays Sayfî b. Eslet’le Mekke’de konuşmuş, Ebû Kays kendisine birçok yeri dolaştıktan sonra İbrâhim’in dinine bağlı kalmayı tercih ettiğini söylemiştir (İbn Sa‘d, IV, 384).

Zeyd’in, başından geçenleri peygamberlikten evvel Hz. Muhammed’e anlattığına dair bazı rivayetler vardır. Buna göre Hz. Muhammed gençliğinde Zeyd b. Amr ile görüşmüş ve putlara kurban edilen hayvanların etinden yenmemesi gerektiğini ondan öğrenmiştir.
Nitekim bu konudaki rivayete göre bi‘setten önce bir gün Resûlullah Tâif’ten dönerken Mekke dışında yaşayan Zeyd ile Beldah mevkiinde karşılaşmış, Zeyd din arayışı sürecinde başından geçenleri ona anlatmış, Resûlullah yanında bulunan Zeyd b. Hârise’nin hazırladığı yemeğe onu davet etmiş, ancak Zeyd putlar adına kesilmiş etten yemediğini söyleyerek puta tapanları eleştirmiştir. Hz. Muhammed’in bu konuşmadan sonra kendisine peygamberlik gelinceye kadar hiçbir puta dokunmadığı ve onlar için kurban kesmediği (İbn İshak, s. 98), bazı rivayetlere göre ise putlar adına kesilmiş etten yemediği belirtilmektedir (, I, 189-190; konu hakkında ayrıca bk. a.g.e., II, 68-69, 89-90, 127; Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 24, “eẕ-Ẕebâʾiḥ ve’ṣ-ṣayd”, 16; Nesâî, “Menâḳıb”, 13; Ebû Ya‘lâ, XIII, 170-172; Taberânî, V, 86-87; Hâkim, III, 216-217; , I, 124-135).

Sünnet olan ve Kâbe’yi tavaf eden herkesin Câhiliye Arapları tarafından Hanîf kabul edildiği, Hz. İbrâhim’in şeriatına ait çok az şeyin bilindiği bir dönemde Zeyd, Câhiliye toplumunda yaygın olan birçok âdet ve uygulamadan uzak durur, zinaya (veya ribâya) karşı insanları uyarır, kız çocuklarının diri diri gömülmesini engellemeye çalışır, babaları tarafından gömülmek istenen kızların geçimini üstlenir, yetişkin hale gelinceye kadar onlara bakardı.

Zeyd’in oğlu Saîd, Hz. Ömer’le birlikte Resûl-i Ekrem’in yanına giderek, “Eğer babam size erişebilseydi iman ederdi, onun bağışlanmasını dileyebilir misiniz?” diye sormuş, Resûl-i Ekrem de, “Elbette onun için istiğfar ederim, o tek başına bir ümmet olarak haşredilecektir” cevabını vermiştir (, I, 189-190; İbn İshak, s. 99-100). Resûl-i Ekrem’in bu sözlerinden hareketle Zeyd ve onun gibi muvahhidler fetret ehlinden sayılmış, sahâbî kabul edilmedikleri halde bazı sahâbe tabakatlarında kendilerine yer verilmiştir.

HİRA MAĞARASI VE HİRA GÜNLERİ

 Mekke’nin kuzeydoğusunda Kâbe’ye yaklaşık 5 km. uzaklıktadır. Cebelinur (Nur dağı) adıyla da bilinir. İnsanlara en doğru yolu gösteren vahiy nurunun bu dağdaki bir mağaraya inmiş olmasından dolayı bu adı aldığı sanılmaktadır. Muhammed Hamîdullah ise geceleyin yollarını kaybedenlere yardım etmek amacıyla üzerinde ateş yakılmış olabileceği ihtimalini ileri sürmekte ve ismi “yollarını kaybedenlere doğru yolu gösteren” anlamında yorumlamaktadır (İslâm Peygamberi, I, 73).

Kaynaklarda Hira dağı genellikle yakınındaki Sebîr dağı ile birlikte zikredilir (İbn Hişâm, I, 53, 251; Ezrakī, II, 204; Tücîbî, s. 357). Deniz dalgasına benzetilen bu iki dağın bitki örtüsü yer yer görülen dikenli çalılardan ibarettir. Hira dağı, çevresindeki diğer dağlardan daha dik ve yüksek olup çıkılması zor çıplak ve kaygan kayalardan meydana gelen sivri tepesiyle uzak mesafelerden dahi kolaylıkla farkedilir. Hz. Peygamber’in hayatında çok önemli bir yeri bulunan ünlü mağara zirvenin 20 m. kadar aşağısındadır. Bu mekân mağara olarak anılmakla birlikte aslında üst üste yığılan kaya blokları arasında kalmış iki tarafı açık, sivri tonozlu tünele benzer şekilde gayri muntazam bir boşluktan ibarettir. Son zamanlarda düşme tehlikesi göz önüne alınarak girişin karşısındaki (Kâbe yönünde) açıklık taşlarla kapatılmış, sadece hava akımı sağlamak için üst kısmında küçük bir aralık bırakılmıştır. İçerideki boşluk, bir kişinin başı tavana değmeyecek şekilde ayakta durabileceği kadar yükseklikte ve yere uzanabileceği kadar genişlik ve uzunluktadır. Tabana yine son zamanlarda beton karo döşenmiştir, burada ziyaretçiler teberrüken iki rek‘at namaz kılmaktadır. Mağaraya tabii kayalardan oluşan yüksek basamaklarla çıkılır ve dar bir düzlükten geçerek girilir.

Mekkeliler arasında, receb ve ramazan gibi senenin belirli aylarında inzivâya çekilen bazı hanîfler bulunuyordu.
Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib de bunlardan biriydi ve Allah’ın varlığına, ceza ve mükâfat yeri olarak âhiretin mevcudiyetine inanmış, zaman zaman Hira dağındaki mağaraya çekilip kendini ibadete vermişti (İbn Hişâm, I, 50 vd.).
Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’in de Hira’da belirli bir yeri vardı (a.g.e., I, 246).

Hz. Muhammed de muhtemelen otuz beş yaşlarında iken ramazan aylarında dedesinin inzivâya çekildiği Hira’daki mağaraya kapanmaya başladı. Özellikle nübüvvetin ilk müjdeleri olarak kabul edilen sadık rüyalar gördüğü altı ay içerisinde yalnız kalmak istiyor ve bu mağarada tefekküre dalıyordu (bk. Bİ‘SET).

Dağdan her inişinde evinden önce Kâbe’ye gidip tavafta bulunmayı âdet edinmişti (a.g.e., I, 252);
zaman zaman hanımı Hz. Hatice’yi de beraberinde Hira’ya götürüyordu (Taberî, II, 300). Azık olarak yanına çok az miktarda süt, kurutulmuş et veya zeytinyağı ile kuru ekmek alır, bunlar tükenince evinden yenisini tedarik edip tekrar mağaraya dönerdi.

Nihayet kırk yaşına basıp olgunluk çağına ulaştığı (Belâzürî, I, 115, 129) 610 yılı Ramazan ayının son on günü içerisindeki -sonradan Allah’ın Kadir adını verdiği (el-Kadr 97/1-5)- bir gece (Hz. Âişe’nin rivayetine göre 27. Pazartesi) sabaha karşı, daha önce hiç karşılaşmadığı Cebrâil vasıtasıyla Alak sûresinin “ikra’” (oku) emriyle başlayan ilk beş âyeti indirildi (Buhârî, “Tefsîr”, 96/1, “Bedʾü’l-vaḥy”, 3; Müslim, “Îmân”, 252; İbn Hişâm, I, 250, 252). Cebrâil ilk defa Hira dağında, bütün ufku kaplamış ve bir taht üzerinde oturmuş halde Resûl-i Ekrem’e gelip aslî sûretinde görünmüş ve onu kuvvetle sıkıp okumasını isteyerek ilk vahyi getirmiştir (Buhârî, “Taʿbîrü’r-rüʾyâ”, 1, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7; Müslim, “Îmân”, 257-258; İbn Hişâm, I, 203, 252; ayrıca bk. , II, 333). Bu olay üzerine aşırı bir heyecan ve korkuya kapılan Hz. Muhammed süratle Hira’dan inerek evine gelmiş ve Hz. Hatice’den üstünü örtmesini istemiştir. Daha sonra Hz. Hatice onu Hıristiyanlığı kabul etmiş olan amcası Varaka b. Nevfel’e götürmüş, böylece Hz. Peygamber kendisine gelenin vahiy meleği Cebrâil olduğunu öğrenerek sükûn bulmuştur (Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 3; İbn Hişâm, I, 203).


Resûl-i Ekrem’in bu dağda geçirdiği inzivâ hayatının ve peygamberlik görevinin burada başlamasının hem şahsı, hem de müslümanlar için önemi büyüktür. Mutasavvıflar, onun Nur dağındaki itikâfını Hz. Mûsâ’nın Tûr dağındaki halvetiyle kıyaslayarak hâtıralarını birlikte yaşatmışlar ve dinî hayat açısından inzivâ ve itikâfın önemini vurgulamak için Hz. Peygamber’in Hira mağarasındaki zâhidâne yaşayışını örnek kabul etmişlerdir (bk. HALVETHALVETHÂNE).

Vaktiyle dağın tepesinde bulunan bir kubbe daha sonra yıkılmış, mağaranın biraz yukarısında Osmanlılar zamanında yaptırılan su sarnıcının kalıntıları ise günümüze ulaşmıştır. Hira dağının etekleri bugün büyük bir yerleşim merkezi halini almıştır. Mekke’den Tâif’e giden ikinci yol da bu dağın önünden geçer.

14 Ocak 2021 Perşembe

ALAK 1-5








1.      oku/çağır! Yaratan Rabbinin adıyla      
2.     İnsanı, embriyodan/ilişip yapışan bir sudan/sevgi ve ilgiden(alakadan)/husûmetten yarattı.    
3.     Oku! Rabbin Ekrem'dir/en büyük cömertliğin sahibidir.    
4.     O'dur kalemle öğreten!    
5.     İnsana bilmediğini öğretti. 


oku/çağır! Yaratan Rabbinin adıyla 
Yaratan? ;  
İnsanı, embriyodan/ilişip yapışan bir sudan/sevgi ve ilgiden/husûmetten yarattı.   
Yaratan Rabbin? ;
Ekremdir/en büyük cömertliğin sahibidir 
Ekrem Rabbin? ; 
O'dur kalemle öğreten 
Öğreten? ;
İnsana bilmediğini öğretti 
Neyi öğretti? ;
Okumayı/Bakmayı ; Yaratan Rabbinin adıyla Okumayı/Bakmayı
Bakınca neyi görmeliyim? ;
Rabbin Ekremdir/Rabbin cömerttir
İnsana bilmediğini kalemle öğreten O'dur


IkRA bismi RAbbikelle halak
Halakal insâne min alak
IkRA ve RAbbukel ekREm
Ellezî allembil kalem
Allemel inne  lem yalem.


SESDEŞLİKLER
ıkRA RABbikellezi ıkRA RABbukel ekREM                   (R+ünlü)
bisMİ  MİN ekrealleMe kalealleMe Ma yaleM        (ünlü+M+ünlü)
İNsane MİN İNsane                                                             (ünlü+N)
HALak ALak rabbukEL ELlezi ALleme BİL KALem ALlemEL MA Lem YALem    (ünlü+L)
IKra rabbİKellezi hALAK hALAK ALAK IKra rabbUKellezi EKrem                          (ünlü+K)




I. Taberî’nin Alak Suresi 96/1–5. Ayetlerin Tefsirinde Yer Verdiği Rivayetler 

1.Rivayet: (Taberî_) Ahmed b. ‘Osman el-Basrî3 _Vehb b. Cerîr4 _babası (Cerîr)5 _Nu‘mân b. Râşid6 _Zuhrî7 _‘Urve8 _Hz. ‘Âişe (58/678). Hz. ‘Âişe (ra.) şöyle anlatmıştır: 

“Rasulullah’ın (sav.) ilk vahiy almaya başlaması sadık rüya şeklinde idi. Bu (rüya), sabahın aydınlığı gibi ortaya çıkardı/gerçekleşirdi.
Sonraları ona yalnızlık sevdirildi. (Rasulullah) Hırâ Mağarası’nda inzivaya çekilir, ailesinin yanına dönmeden (gün ve) gecelerini ibadetle geçirirdi. Yine bir o kadar zaman (orada kalmak) için azık temin etmek üzere ailesinin yanına dönerdi.
Hak (Cibril) ona ansızın görününceye kadar bu böyle devam etti.

(Cibril) ona geldi ve “Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasulüsün/Peygamberisin.” dedi. Rasulullah (sav.) (sonrasında olanları) şöyle anlatıyor: “Ayaktayken dizlerimin üzerine yığıldım, şaşkınlık içinde titremeye başladım, sonra Hatice’nin yanına vardım ve “Beni örtün, beni örtün.” dedim. Bu durum korkum geçinceye kadar sürdü.
Daha sonra (Cibril yanıma tekrar) geldi ve “Ey Muhammed! Ben Cibril’im, sen de Allah’ın Rasulüsün.” dedi. Hz. Peygamber diyor ki: “Kendimi bir dağın üzerinden atmayı tasarladım. Ben tam bunları tasarlarken (tekrar) bana göründü ve ‘Ey Muhammed! Ben Cibril’im, sen de Allah’ın Resulüsün.’ dedi.
Sonra ‘Oku (ikra’).’9 dedi,
‘Ne okuyayım?’10 dedim.
Beni tuttu ve üç defa gücüm kalmayıncaya kadar sıktı. Sonra da
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” dedi,
ben de okudum. Hatice’ye geldim ve “kendimden endişeleniyorum” dedim, ona başımdan geçenleri anlattım.
“Müjdeler olsun, Allah’a yemin ederim ki, kesinlikle Allah seni utandırmaz. Yemin ederim ki sen akraba ile iletişimini sağlam tutarsın, doğru söylersin, emaneti iade edersin, (işlerini görmekten aciz olanlara yardım etmek suretiyle onların) yorgunluğu(nu) üstlenirsin, misafiri ağırlarsın, hak yolunda çile çekenlere yardım edersin.” dedi.
Sonra beni Varaka b. Nevfel b. Esed’e11 götürdü.
(Ona:) “Kardeşinin oğlunu dinle.” dedi. (Varaka) bana sordu, (ben de) başımdan geçenleri anlattım.
“Bu, Musa’ya (as.) gelen Namus’tur (Cibril’dir). Keşke genç olsaydım. Keşke kavmin seni (yurdundan) sürgün ettiklerinde sağ olsam.” dedi.
“Beni sürgün mü edecekler?” dedim. “Evet, kendisine (peygamberlik) gelmesinden dolayı düşmanlık edilmeyen hiçbir kimse olmamıştır. Eğer o zamana ulaşırsam sana destek olmak suretiyle yardımcı olurum.” dedi.
(Hz. Peygamber (sav.) şöyle devam etti:) “İkra’dan sonra bana Kur’ân’dan ilk nazil olanlar: ‘Nûn, kaleme ve yazdıklarına yemin olsun ki sen Rabbinin nimeti yüzünden mecnun olmadın. Mutlaka senin için bitip tükenmeyen bir mükâfat vardır. Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin. Yakında göreceksin, onlar da görecekler.’12
‘Ey bürünmüş olan, kalk da uyar.’ 13
‘Kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye yemin ederim.’ 14 (ayetleridir.)” 15

2. Rivayet: (Taberî_) Yûnus16_İbn Vehb17_Yûnus18_İbn Şihâb_‘Urve_ Hz. ‘Âişe. Hz. ‘Âişe, (İkra’dan sonra nazil olanlara yer verildiği) “ ...sonra Kur’ân’dan ilk nazil olan şu idi.” ile başlayan ve sonuna kadar devam eden kısım hariç, (yukarıdaki birinci rivayetin) bir benzerini anlatmıştır.19 
3. Rivayet: (Taberî_) İbn Ebî’ş-Şevârib20_‘Abdulvâhid21 _Suleymân eşŞeybânî22_‘Abdullâh b. Şeddâd23. (‘Abdullâh b. Şeddâd:) “Cibril (as.) Hz. Muhammed’e (sav.) geldi. ‘Ey Muhammed, oku.’ dedi. Hz. Peygamber ‘Ne okuyayım?’ dedi. (Cibril) onu kucakladı (bağrına bastı). Cibril ‘Ey Muhammed, oku.’ dedi. Hz. Peygamber ‘Ne okuyayım?’ deyince de (Cibril) ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku.’ (ile başlayan ayetleri) ‘İnsana bilmediğini öğretti.’24 ayetine kadar tebliğ etti. Râvi diyor ki: “(Hz. Peygamber) Hz. Hatice’ye geldi ve ‘Hatice, sanırım bana cin musallat25 oldu.’ dedi. Hatice ise: ‘Olamaz, Allah’a yemin ederim ki Rabbin bunu sana yapmaz. Sen hiçbir kötülük yapmadın ki.’ dedi. Hatice Varaka’ya gitti, olayı anlattı. Varaka: ‘Doğru söylüyorsan kocan kesinlikle peygamberdir ve mutlaka kendi milletinden şiddete maruz kalacaktır. Ben o zamana erersem kesinkes ona iman ederim.’ dedi.” Râvi diyor ki: “Daha sonra Cibril (as.) (Hz. Peygamber’e bir süre) gelmedi. Hz. Hatice’nin Hz. Peygamber’e ‘Bence Rabbin mutlaka sana darıldı.’ demesi üzerine Allah, ‘Duhâ’ya ve sükûna erdiğinde geceye yemin ederim ki Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.’26 (ayetlerini) indirdi.”27 4.Rivayet: (Taberî_) İbrâhîm b. Sa‘îd el-Cevherî28_Sufyân29_ Zuhrî_‘Urve_Hz. ‘Âişe. (Ayrıca bu rivayetin) İbrâhîm_Sufyân_İbn İshâk30 (şeklinde başlayan bir isnadı da vardır.) “Kur’an’dan ilk inzal olan (ayetler) ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku.’dur.31 
5.Rivayet: (Taberî_) ‘Abdurrahmân b. Bişr b. el-Hakem en-Neysâbûrî32_ Sufyân_Muhammed b. İshâk_Zuhrî_‘Urve_Hz.‘Âişe. Hz.‘Âişe’den: “Kur’an’ın ilk nazil olan suresi ‘Rabbinin adıyla oku.’(ayeti ile başlayan suredir).”33 
6.Rivayet: (Taberî_) İbnu’l-Musennâ34_İbn Ebî ‘Adiyy35_Şu‘be36_‘Amr b. Dînâr37_‘Ubeyd b. ‘Umeyr38. ‘Ubeyd b. ‘Umeyr: “Allah’ın Resulü Muhammed’e (sav.) nazil olan ilk sure ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku.’ (ayeti ile başlayan suredir).”39 
7.Rivayet: (Taberî_) [?]40‘Abdurrahmân b. Mehdî41_Şu‘be_‘Amr b. Dînâr_‘Ubeyd b. ‘Umeyr’den yukarıdaki (rivayette yer alan) metnin bir benzerini işittiğini ifade etti. 42 
8.Rivayet: (Taberî_) Hallâd b. Eslem43_Nadr b. Şumeyl44_Kurra45_Ebû Racâ’ el-‘Utâridî.46 Ebû Racâ’ el-‘Utâridî dedi ki: “Büyük bir mescitte idik. Ebû Mûsâ el-Eş‘arî47 bize (Kur’an) okutuyordu. İki parça beyaz elbisesinin altında onu hala görür gibiyim. Ebû Racâ’ dedi ki: “ ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku.’ (ile başlayan) bu sureyi ondan aldım. Hz. Muhammed’e nazil olan ilk suredir.”48
9.Rivayet: (Taberî_) İbn Humeyd49_Seleme50_Muhammed b. İshâk51_ Akranlarından / arkadaşlarından biri_‘Atâ’ b. Yesâr.52 ‘Atâ’ b. Yesâr demiştir ki: “Kur’an’ın nazil olan ilk suresi ‘Rabbinin adıyla oku.’ (ile başlayan suredir).”53 
10. Rivayet: (Taberî_) İbn Beşşâr54_Yahyâ55 ve ‘Abdurrahmân b. Mehdî56_ Sufyân57_İbn Ebî Necîh58_Mucâhid.59 Mucâhid demiştir ki: “İlk nazil olan Kur’an (metni) ‘Rabbinin adıyla oku.’dur. İbn Mehdî, (rivayetinde) “Nûn ve’l-Kalem.”60 ilavesi yapmıştır.61 
11.Rivayet: (Taberî_) Ebû Kureyb62_Vekî‘63_Şu‘be_‘Amr b. Dînâr_‘Ubeyd b. ‘Umeyr. (Râvi,) ‘Ubeyd b. ‘Umeyr’in şöyle dediğini rivayet eder. “İlk nazil olan Kur’an (ayetleri) ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku.’dur.”64 
12.Rivayet: (Taberî_) [?] Vekî‘_Kurra b. Hâlid_Ebû Racâ el-‘Utâridî. Ebû Racâ el-‘Utâridî şöyle der: “(Şu anda sanki) –üzerinde iki (kat) beyaz elbiseyle– Basra Mescidi’nde Kur’an okuyan Ebû Mûsâ’ya bakıyorum. Ben ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku.’ (ayetini) ondan aldım. Bu, Hz. Muhammed’e (sav.) indirilmiş ilk suredir.” 65 
13.Rivayet: (Taberî_) [?_] Vekî‘_Sufyân66_İbn Ebî Necîh_Mucâhid. Mucâhid şöyle demiştir: “Nazil olan ilk sure ‘Yaratan Rabbının adıyla oku.’dur. Sonra “Nûn, ve’l-Kalem’dir.”67 14.Rivayet: (Taberî_) İbn Humeyd68_Mihrân69_Sufyân_İbn Ebî Necîh_ Mucâhid. (Bir önceki metnin) aynısı (bu senetle de) rivayet olunmuştur.70

FAHREDDİN RAZİ TEFSİRİ

"Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir "alaka"dan yarattı".

Bâ Harf-i Cerrinin Manası

Bil ki ayetteki, “Bi'smi Rabbike” ifadesinin başındaki "bâ" harf-i cerri hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Ebû Ubeyde, bunun zaid olduğunu ve mananın "Rabbinin adını oku" şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim şair Aktal de "Onlar asil ve iffetli kadınlardır; siyah gözlü ve örtülere büründükleri halde sûreler okumayan cariyeler değil" demiştir.

"Rabbinin adını oku" ifadesi ise, "Rabbinin ismini an, zikret" manasınadır. Bu görüş şu sebeplerden ötürü zayıftır:

1) Eğer bunun manası, "Rabbinin ismini an" olsaydı, o zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, buna karşılık, "Ben okuma bilmiyorum" demesi güzel ve yerinde olmazdı. Çünkü buna göre bu söz, "Ben Rabbimin ismini anmayacağım" manasına olurdu.

2) Bu manada, bu şekilde bir emir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uygun düşmez. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, zaten Allah'ın zikrinden başka işi yoktur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın ona, hep meşgul olduğu şeyle meşgul olmasını emretmesi, nasıl uygun olurdu.

3) Böyle değerlendirmede hiçbir fayda elde etmeksizin bâ harfini zayi etmek vardır.

İkinci Görüş: Ayetteki, "oku" ifadesi ile, "Kur'ân oku" manası kastedilmiştir. Çünkü "okuma" (kıraat), ancak Kur'ân hakkında kullanılır. Nitekim Hak teâlâ"Biz onu okuduğumuz zaman, onun kıraatine" (Kıyame, 75/18) ve "Kur'ân'ı parça parça indirdik ki sen onu insanlara yavaş yavaş kıraat edesin, okuyasın" (İsra, 17/106) buyurmuştur.

Rabbin Adı

Ayetteki, “Bi'smi Rabbike” "Rabbinin adıyla..." ifadesi hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) Bu ifade, "hâl" olarak, mahallen mansubtur. Buna göre takdir, "Rabbinin adıyla başlayarak, Kur'ân oku" şeklinde olur. Bu da, "Önce besmele çek, sonra oku" demektir. Mananın böyle oluşuna göre bunda, her sûrenin çekileceğine ve bunun bir emir olduğuna bir delalet vardır. Yine bunda, besmele çekmenin ve onunla başlamanın vacib (farz) olmadığını söyleyenlere de birr reddiye-cevap vardır.

2) Bu ifade, "Rabbinin adıyla meded (yardım) umarak, Kur'ân oku" manasındadır. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki ismini, kişinin dine ve dünyaya dair yapmak istediği şeyler hususunda bir alet kılmış gibidir. Bunun bir benzeri de, “Ketebtu bi'l-kalemi” (Kalemle yazdım) cümlesidir. Velhasıl Hak teâlâ, "oku" deyip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Ben okuma bilmem" deyince, Cenâb-ı Hak, "Yaratan Rabbinin adıyla oku" yani, Rabbinin isminden medet um ve o ismi, sana zor gelen bu işi başarmak için bir vasıta kıl" demışiir."

3) Ayetteki bu ifade, "Bu fiili sırf Allah için, Allah rızası için yap" manasınadır ve tıpkı senin, "Bu evi, padişah adına yaptım. Bu kitabı da, vezir adına yazdım" demen gibidir. Çünkü ibadet, sırf Allah için yapıldığı zaman, şeytan, Allah için olan şeyde, tasarruf etmeye nasıl cüret edebelir? Buna göre şayet "Bu mana, mesela "Yemeğe başlamadan ve her mubah işe girişmeden önce besmele çekilir" şeklindeki söz hakkında nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki, burada şu iki izah yapılabilir:

1) Bu, mecazi bir nisbet olup, senin tıpkı, böylece zalimlerin zulmünü bertaraf edebilmen için yaptığın işleri, bazı büyük zatlara nisbet etmen gibidir. Burda da sen, şeytanın sana ortak olması hususundaki arzu ve isteğini sona erdirmek için, yaptığın işleri Allah'a nisbet etmen söz konusudur. Nitekim şu şekilde rivayet edilmiştir: "Yemeğe başlarken besmele çekmeyen kimselere, o yiyecek hususunda, şeytan ortak olur..."

2) Çoğu kez, bu mubah olan şey ile, Allah'ın taatları için güç ve kuvvet bulmaya yol aranılır. Böylece de bu mubah iş, bir taate dönüşmüş olur. İşte bu sebeple de, burada böyle bir tevil yapılabilir.

Rabb İsmindeki İncelik

Ayetteki, “Rabbike” ifadesine gelince, burada şöyle iki soru sorulabilir:

Birinci Soru: "Rabb" fiili sıfatlardan; "Allah" ise, zati isimlerdendir. Halbuki, zati isimler, fiili isimlerden daha kıymetlidir. Bir de biz, "Allah" isminin, "Rabb" isminden daha yüce ve kıymetli olduğunu pek çok deliller ile delillendirdik. Ama, Cenâb-ı Hak burada, buyurmuş, maruf besmelede dediği gibi "Allah'ın adıyla oku..." dememiştir (niçin)?

Cevap: Allahü teâlâ böyle buyurmakla ibadeti ve zati sıfatlarını tanımayı emretmiştir. Halbuki zat ismi, herhangi bir şeyi gerektirmez. Kulluğu gerektiren şey, fiili sıfatlardır. Böylece, "Rabb" ismi, taata daha fazla teşvikkâr olmuş olur.

Ayrıca, bu sûre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in korktuğu dönemde kendisine nazil olan ilk sûrelerdendir. Binâenaleyh, kendisinden bu korkunun zail olması için, ona bu yumuşak ifade ile hitap etmiş ve adeta "O seni, eğitendir, yavaş yavaş kemale erdirendir. Daha nasıl O, seni korkutsun?.." demek istemiştir. Böylece bu metod, şu iki şeyi ifade etmektedir:

1) "Seni, ben eğittim. Dolayısıyla, sana ifa (karşılığı) gerekir. Bu sebeple sen tembel duramazsın..." demen.

2) "Bir işe başlamak, o işi tamamlamayı gerektirir. Ben seni, şunca zamandan beri eğitiyorum. O halde, daha seni nasıl zayi ederim ki?.." Yani, "Sen, bir " 'alak" iken de, senin terbiyeni, seni eğitmeyi, büyütmeyi terketmedim. Binâenaleyh sen, muvahhid, beni tanıyan nefis ve harikulade bir mahluk haline geldikten sonra da, ben seni nasıl zayi edebilirim?" demektir.

Rububiyyetin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e İzafeti

İkinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, Kendi zâtını, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nisbet ederek (muzaf kılarak), “Bi'smi Rabbike” "Rabbinin adıyla..." deyişindeki hikmet nedir?

Cevap: Cenâb-ı Hak, burada olduğu gibi bazan, zatını ona, rububiyyet ile, bazan da, ubûdiyyet ile nisbet etmiş ve meselâ ubudiyyet hususunda "... Kulunu geceleyin yürüttü..." (İsrâ, 17/1) buyurmuştur. Ki, bunun bir benzeri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ali, bendendir; ben de ondan..." Kenzû'l-Ummal, 11/32941. ifadesidir. Buna göre Cenâb-ı Hak onun içinim..." demek istemiştir. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim Resule itaat ederse, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur" (Nisa, 4/81) ayeti de bunu ifade eder.

Yahut da şöyle diyebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın, zatını kuluna nisbet etmesi, kulunu Kendisine nisbet edişinden daha güzeldir. Çünkü, görünür alemde, iki oğlu olan bir kimsenin, en küçüğü değil de, ona en büyüğünün faydalı olacağı bilinen bir husustur. Kendisinden fayda gördüğü için, "Benim oğlum sadece budur" diyebilir. İşte aynen bunun gibi, Rab Teâlâ da, "Fayda ve menfaatler Ben'den sana gelip ulaşmaktadır. Ama şu ana kadar, senden bana ne bir hizmet nede bir taat ulaşmış değildir. İşte şimdi ben, "Ben senin içinim..." diyorum, fakat, "Sen benim içinsin..." demiyorum; ama, senden istediğim taatı veya tevbeyi ifa edip, yaparsan, ben seni kendime nisbet ederek, "Kuluna kitabı indiren Allah'a hamdolsun..." (Kehf, 18/1) ve "Ey, kendilerine zulmeden kullarım..." (Zumer, 39/93) dedim..." demiştir.

Halk Fiilinin Getirilmesindeki İncelik

Üçüncü Soru: Beni Cenâb-ı Hak, “Rabbike” ifâdesinin hemen peşinden “Ellezi haleka” "ki yaratan..." ifadesini niçin getirmiştir?

Cevap: Kul, adeta "Senin, benim Rabbim oluşunun delili nedir?" demiş de, Cenâb-ı Hak da, "Sen, zatınla, sıfatlarınla yok idin... (Mu'dûm idin). Ama, daha sonra mevcut olup var oldun. Binâenaleyh, hem zatın hem de sıfatların hususunda, senin bir yaratıcının bulunması gerekir. Bu yaratma ve var etme ise terbiyedir. Böylece bu, Benim, senin Rabbin olduğuma; senin de benim "merbubum (yarattığım ve büyüttüğüm kulum)" olduğuna delalet etmektedir" buyurmuştur.

İnsanın Alakdan Yaratılışı

Cenâb-ı Hakk'ın "Yaratan... O insanı bir " 'alaka"dan yarattı" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Açıklaması

Bu ayetin ne demek olduğu hususunda, şu üç izah yapılabilir:

1) Ayetteki, “Ellezi haleka” ifadesine herhangi bir mef'ûlün takdir edilmemesi... Buna göre mana, "O, yaratma işinin, Kendisinden sudur ettiği ve bu işi sadece Kendisine tahsis ettiği, dolayısıyla da, O'nun dışında herhangi bir yaratıcının olmadığı bir zattır" şeklinde olur.

2) Bu ifadeye bir mef'ûlün takdir edilmesi; buna göre mana, "O, her şeyi yaratandır..." şeklinde olur. Böylece de bu ifade, mutlak olduğu için, mahluk olan her şeyi içine almış olur. Çünkü, ayetin bu ifadesini, mahlûkatın bir kısmına hamletmek, diğer kısmına hamletmekten daha evla değildir. Ve bu ifade, "Her şeyden büyüktür" manasında söylemiş olduğumuz, "Allahu ekber" şeklindeki sözümüz gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ya Kur'ân'ın muhatabı, yahut ta yeryüzündekilerin en azizi ve kıymetlisi olduğu için, "O insanı bir " 'alaka"dan yarattı" ifadesiyle, mahlukat içinden özellikle insanı seçmiştir.

3) Cenâb-ı Hakk'ın "Yaratan Rabbinin adıyla oku..." emrinin müphem bir ifade olması, daha sonra da Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyi, insanın yaratılmasını yüceltmek ve onun fıtratının ilginçliğine işaret etmek için, "O insanı bir" ‘alak"dan yarattı..." ifadesiyle tefsir etmesi...

Allah'dan Başka Yaratıcı Yok

Alimlerimiz, bu ayetle, Allah'ın dışında bir yaratıcının olmadığına bir istidlalde bulunarak, şöyle demişlerdir: Çünkü, Cenâb-ı Hak, "hâlikıyyet" vasfını, Kendi zatını diğer zatlardan ayırdeden mümeyyiz, ayırıcı bir sıfat kılmıştır. Durumu böyle olan her sıfatta, ortaklığın düşünülmesi muhaldir.. İşte bu yolla biz, uluhiyyete mahsus olan sıfatın, "Yaratıp yoktan var etmeye dair güç..." olduğunu anlamış oluyoruz. Bunu şu da tekid etmektedir: Firavun, ilahın hakikatini öğrenmek isteyince, "Alemlerin Rabbi nedir?" (Şuara, 26/26) diye cevap vermiştir. O halde rubûbiyyet, Cenâb-ı Hakk'ın burada bahsettiği halıkıyyete bir işarettir. İşte bütün bunlar, bizim görüşümüzün doğruluğuna delalet etmektedir.

Yaratıcı Allah

Kelamcılar, Aralarındaki o meşhur ihtilafa göre, vacib (farz)lerin ilkinin, marifetullah, yahut marifetullaha nazar (ona düşünme) veyahutta, bu tefekküre yönelme olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra, Hakîm olan Allah (c.c), müşriklere bir peygamber göndermeyi istediğinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şayet, "Şeriki ve benzeri olmayan Rabbinin ismi ile oku..." demiş olsaydı, bunu kabul etmeyebilirlerdi. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bunu, onları bunu itiraf etmeye mecbur eden bir mukaddime olarak bildirmiştir.

Nakledildiğine göre, Ebû Hanife, mezhebini anlatması için Züfer'i, Basra'ya gönderip; Züfer de, işe Ebû Hanife'den bahsederek başlayınca, onlar bunun üzerine iltifat etmediler ve benimsemediler. Bunun üzerine Züfer, Ebû Hanife'nin yanına dönüp de durumu ona haber verince, Ebû Hanife şöyle der: "Sen, tebliğ usulünü bilemedin. Onlara dön ve meseleler hakkında önce, onların imamlarının görüşlerini serdet. Sonra da tutarsız olduklarını açıkla. Daha sonra da, "Burada şöyle bir görüş de vardır" de, benim görüşümü ve delillerimi anlat... Bu görüş onların kalbinde yer edince de, "İşte bu Ebû Hanife'nin görüşüdür de.. Çünkü onlar bu durumda artık utanacaklar, bir daha da reddedemeyecekler..."

İşte burada da, Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek istemiştir: "Bunlar putperesttirler, binâenaleyh, şimdi sen bana övgüde bulunur, sena eder de, onların putlarından yüz çevirirsen, onlar bunu kabul etmeyebilirler. Ne var ki onlara, kendilerinin "bir 'alak"dan yaratıldıklarını anlat ki, böylece, onların bunu inkar etmeleri mümkün olmaz. Daha sonra da, "Mutlaka, her fiilin bir faili vardır" de. Böylece onlar, bunu, o putlarına nisbet edemezler. Çünkü bunlar, o putları yontanın ve yapanın kendileri olduğunu bilmektedirler. İşte bu tedricilikle, yavaş yavaş davranarak, onlar, putlarının değil de, ancak Benim sena ve hamde layık olduğumu anlarlar." Nitekim Cenâb-ı Hak"Şayet onlara, kendilerini kimin yarattığını soracak olursan, hiç şüphesiz onlar, "Allah" diyecekler" (Lokman, 31/25) buyurmuştur. Sonra, uluhiyyet (Allah olmak), yaratma vasfına varıp dayanıp, yaratamayanın ilah-Allah olmayacağı artık katiyyen arzedince de, Cenâb-ı Hak"Yaratan, hiç yaratmayan gibi olur mu?" (Nahl, 16/17) buyurmuştur.

Bu ayet, aynı zamanda yaratıcının tabiat olduğunu söyleyen görüşün batıl olduğuna delalet etmektedir. Çünkü, bunun müessiri şayet, hadis bir varlık ise, bu da bir başka müessire muhtaç olacaktır. Yok eğer, kadîm ise, bu müessir ya "mûcib (zorunlu, otomatik)" olur, yahut da "kadir" olur. Şimdi, eğer "mûcib" ise, eserin ondan ayrılmaması gerekir. Geriye ise, bu vacib varlığın, alim, hür ve irade sahibi olması hali kalmaktadır. Çünkü, kainattaki değişiklikler, oradaki canlıların faydalarına uygun bir biçimde meydana gelmektedir.

İ'rab

Cenâb-ı Hak, çoğul sığasıyla “Min alakin” buyurmuştur. Zira, "insan" sözü de, lafzen müfret, mana bakımından ise, çoğuldur. Ve bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki insan bir hüsrandadır" (Asr, 103/2) ayetinde olduğu gibidir.

3

Âyetin tefsiri için bak:4

4

"Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir".

Bu ifadeyle ilgili birka mesele vardır:

Filin Tekrarındaki İncelik

Bazıları, birinci ifadenin, "Önce kendin için oku!"; ikinci ifadenin de, "Tebliğ için oku..."; yahut, birincisinin, "Cebrail'den öğrenmek için oku"; ikincisinin de, "Öğretmen için oku" yahut da, "Namazında oku" ve "Namazın dışında oku..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

el-Ekrem Sıfatı

el-Kerem, herhangi bir karşılık olmaksızın, olması gereken şeyi anlatır. Binâenaleyh, kendisi ile kendisini öldürecek olan birisine bir bıçak hibe eden kimse, kerim olmadığı gibi, verip de, sonra da verdiğinin karşılığını isteyen de kerim değildir. Karşılığın, ayn, zat olması gerekmez. Tam aksine, medh, mükafaat, kınanmaktan uzak ve beri olma... gibi şeylerin tümü de, bedel, karşılıktır. İşte bundan dolayı alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir işi bir noktada mebni olarak yapmasının muhal olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir işi bir maksattan dolayı yapması halinde, bu maksadın meydana gelmesi, O'nun için gelmemesinden daha evla olurdu. Bu durumda da, O, bu şeyi yapmak suretiyle, o evla oluşu elde etmiş olurdu. Yapmaması halinde ise, bu evla oluş hali, O'nun için tahakkuk etmemiş olurdu. Böylece de O, zatının gereği noksan ve başkası ile kemale eren nakıs bir zat olmuş olurdu ki, bu muhaldir.

Ayrıca, alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın "ekrem" olması hususunda şunları zikretmişlerdir:

1) Nice kerim kimse vardır ki, suç esnasında "sabır gösterir, tahammül gösterir, ama onun ihsan ve keremi, suç işlenmezden önceki tarz üzere devam etmez.. Halbuki Allahü teâlâ, suç işlendikten sonra da, ihsanını, ziyadeleştirerek devam ettirdiği için, "Ekrem"dir. Nitekim şairin şu beyti de, bunu göstermektedir:

"Kusur işlemekle lütufta bulunulmasını gerekli kılıyormuşum gibi, ben daha çok kusur, hata yaptıkça, sen de bana lütfunu artırıyorsun."

2) Bu, "Sen, kerimsin.. Ancak ne var ki, "Senin Rabbin, ekrem'dir, en keremlisidir. Nasıl böyle olmasın ki, çünkü her kerim kimse, keremi ile, medh veya mükafaat gibi ya bir menfaat elde eder veya bir zararı savuşturur. Ama, Ben ise, en kerim olanım... Çünkü, yaptığımı sırf keremimden dolayı yapmaktayım.." demektir.

3) Ekrem olan, O'dur; zira, her kereme ve ihsana başlangıç, hep O'na aittir. O'nun keremi, eksiklikten münezzehtir.

4) Bunun, okunmaya teşvik eden bir ifade olması da muhtemel olup, "Sana, her harfe karşılık on katıyla mukabele ettiği için, en kerim O'dur" demektir. Yahut da bu ifade, kişiyi ihlasa teşvik eden bir kelimedir. Buna göre mana "Bir şeyler umarak okuma; ancak ve ancak Benim için oku ve işini bana havale et. Çünkü Ben, Senin hatırına gelmeyecek şeyleri verecek kadar kerim ve cömerdim..." şeklinde olur. Yine mananın, "Kendini, insanları İslâm'a davete ver.. Hiç kimseden korkma, çünkü Ben, sana zor mükellefiyetleri yükleyip de, daha sonra da sana yardım etmemekten münezzeh olan bir "ekremim..." şeklinde olması da muhtemeldir.

İnsan Hilkatinin Başlangıcı ve Kemali

Cenâb-ı Hak kendisini, önce, "insanı bir 'alak'dan yaratmış olmak"la tavsif etmiş, ikinci olarak da, Kendisini, "Kalemle öğreten" olmakla nitelemiştir. Halbuki, zahiren bu iki şey arasında bir münasabet yoktur. Ancak ne var ki, gerçek şudur: İnsanın hallerinin ilki ve başlangıcı, O'nun, bir " 'alaka" olmasıdır. Halbuki, " 'alaka" adi bir şeydir. Hallerinin sonu ise, nesnelerin hakikatlarını bilir bir duruma erişmeleridir ki, işte bu, mahlukatta bulunması gereken mertebelerin en kıymetlisidir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Sen bu en düşük mertebeden en üst mertebeye geçtin. Binâenaleyh, senin için, seni bu bayağı mertebeden o kıymetli duruma taşıyan ve geçiren, kudret sahibi bir müdebbirin olması gerekir." demiştir. Sonra, bu ifadede, ilmin, insanda bulunması gereken sıfatların en kıymetlisi olduğuna dair bir tenbihat bulunmaktadır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Yoktan var etmek, can vermek, güç kuvvet sahibi kılmak, rızık vermek, keremdir ve rubûbiyyettir. Ama "ekrem" olan ise, sana ilim verendir. Çünkü ilim, sonsuz bir şereftir" demek istemiştir.

Rububiyyetin Tanınması ve Nübüvvetin Bilinmesi

Cenâb-ı Hakk'ın "... Rabbinin adıyla... O insanı bir " 'alak"dan yarattı" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudret, hikmet, ilim ve rahmetinin mükemmelliğine delalet eden akli delillere, "Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir" ifadesi de, ancak nakl ile bilinen farz hükümlere bir işarettir. O halde birincisi, rububiyyetin tanınmasına; ikincisi de nübüvvetin bilinmesine bir işarettir. Rububiyyetin tanınmasından nübüvvetten müstağni olduğuna, ama nübüvvetin ise rububiyyetin tanınmasına muhtaç olduğuna dikkat çekmek için de, birincisini ikincisinden önce getirdi.

Kalemle Öğretme

Ayetteki, “Alleme bi'l-kalemi” ifadesi hususunda şu iki izah yapılabilir:

1) "Kalem" sözü ile, kendisi sebebiyle, gaib şeylerin bilinip öğrenildiği yazma işi kastedilmiş, "kalem" ise, bu yazma işinden kinaye olarak getirilmiştir.

2) İnsanın yazmayı "kalemle öğretmesi kastedilmiştir. Bu iki görüş, birbirine yakındır; zira, ayetin gayesi, yazmanın faziletli bir şey olduğuna dikkat çekmektir.

Rivayet olunduğuna göre Süleyman (aleyhisselâm) İfrit e, "kelam"in ne demek olduğunu "sormuş da, İfrit de, "Geçip giden bir rüzgar" diye tarif eylemiş, bunun üzerine Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), "Peki o sözü zapt u rapt altına almanın yolu nedir?" deyince, İfrit de, "Yazmaktır" cevabını vermiştir. O halde kalem, ilimleri avlayan bir avcı olup, bazan ağlatır, bazan güldürür. Kalemin fakir düşmesiyle, de boyun eğer, zelil olur. Ama, insan kalemin harekete geçmesiyle, ilimler, zamanlar süresince, ebediyyen kalır. Bunun bir benzeri de, Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm) ile ilgili olan şu ifadedir: "O, Rabbine gizlice niyaz ettiği zaman..." (Meryem, 19/3) bu, "o saklı tuttu, ama duyuldu..." demektir. Kalem de böyledir. Çünkü, kalem konuşmaz ama, doğudakilere batıdakilere duyurur, konuşur. Seni, gözündeki o siyah göz bebeğinle gören bir varlık kıldığı gibi, o siyah mürekkeb ile de, dini münevver, aydın ve nurlu kılan o yüce kudret sahibini takdis ve tenzih ederiz. O halde "kalem", insanın insan da, gözün kıvamı ve dayanağıdır. Kalemin, lisanın vekili, onun yerine geçen bir şey olduğunu söyleme.. Zira kalem, dilin yerini tutar da, dil kalemin yerini tutamaz.

İnsana Bilmediğini Öğretti

5

"İnsana bilmediğini O öğretti...".

Bu ayet ile, insanın kalem ile öğrenmesi murad edildiği gibi, insanın, bundan başka şeyleri öğrenmesi de murad edilmiş olabilir. Cenâb-ı Hak bu ifadenin başına, atıf vâv'ını getirmemiştir. Söz, bu şekilde de ifade edilebilir. Nitekim sen meselâ, "Sana ikram ettim, sana lütufta bulundum, seni mal mülk sahibi yaptım, seni, vilayetlere idareci yaptım" dersin. Bu, her iki cümle ile de, tek bir şeyin kastedilmiş olması mananın, "İnsana kalem ile bilmediği şeyleri öğretti" şeklinde olması muhtemeldir. Böyle olması durumunda, 'İnsana bilmediğini O öğretti" ifadesi, "Kalem ile öğretti..." ifadesinin bir açıklaması olmuş olur.