9 Eylül 2012 Pazar

ZARİYAT 1-6


İlklerin ikincisi ve erkekler arasında ilki, «Sıddîk-i Ekber» sıfatlı Ebu Bekr...

Ebu Kuhafe oğlu Ebu Bekr, öteden beri Allah Resulünün en aziz dostudur. Daima gelir, O'nunla konuşur, sohbet eder ve içi nur dolu, istikbalin nur Müjdecisinden ayrılırdı.

O da puta tapmayanlardan ve Kureyş'in yolunu dalâlet görenlerden...

Asiller çevresi Kureyş'in zengin ve soylularından olduğu ve ayrıca ilim sahibi bulunduğu için, herkesten büyük bir saygı görmekte...

Bir gün, Ebu Bekr, Hatice'nin yeğeni Hüssam oğlu Hâkim'in evinde.. İlâhî memuriyetin henüz tahakkuk ve Hazret-i Hatice'nin imân ettiği günlerdeyiz.

Konuşma sırasında, Hâkim'in azadlılarından bir kadın, gelerek yüksek sesle haber verdi:
— Yâ Hâkim, duydun mu, yeğenin Hatice, zevcinin. Musa Peygamber gibi Allah tarafından gönderildiğini iddia ediyormuş.

Hayret büyük...

Ebu Bekr hiçbir şey söylemeden kalktı ve aziz arkadaşının evine doğru yürüdü. Eve girdi. Kâinatın Efendisini buldu, aldığı haberi anlattı ve sordu:
«— Nasıl, doğru mu?»
Ve şu tek kelimelik cevabı aldı:
«— Evet!..»
Ebu Bekr derhal imân etti:
«— Allah tarafından gönderildiğine imân ediyorum!»
Bu tek  ân içine giren fezalar dolusu seziştir ki, Ebu Bekr'e «Sıddîk-i Ekber» lâkabını kazandıracak

Hazret-i Ebu Bekr, İslâmiyle hayat ve ebediyyet kazandıktan sonra, kendi nefsini kurtarmış olmakla iktifa etmedi. Onun mayasında bir İnsan için başkalarımkur-tarmak, kendi zatî kurtuluşuna denk bir vazifeydi. Hemen sağa sola koşup müjdeyi haber vermeye ve herkesi O'nun müjde eteğine bağlamak için çalışmaya koyuldu.

İtimat ve sevgisini kazanmış kaç kişi varsa, teker teker baş vurdu ve dedi:
«— İslâm'a geliniz, insanoğlunun gerçek dinine geliniz! Sonsuz hayata ve ebedî oluşa geliniz!»
Ebu Bekr gibi bir şahsiyetin tesiri büyük oldu. Muazzez sahabîler zincirinin en kıymetli halkalarından birçoğu Ebu Bekr eliyle ebedilik dizisini buldular.

Sonsuzluk defterinde (1) numaralı insan ve kadın mü'min Hazret-i Hatice, (2) numaralı mü'min ve (1) numaralı erkek mü'min de Hazret-i Ebu Bekr.

Ayetler inmeye devam ediyordu (Asr suresinde vaat edilen İnsanın HÜSRANDA olmasına vurgu yapılıyordu ve uyarı/korkutma insanlara okunuyordu, IKRA-KUM-ENZİR emirleri gereğince

ZARİYAT       1.O tozutup savuranlara/o kırıp un-ufak edenlere,
ZARİYAT       2.O ağırlık taşıyanlara,                                            
ZARİYAT       3.O kolayca akıp gidenlere/o rahatça yüzenlere,  
ZARİYAT       4.O iş ve oluşu bölüştürenlere andolsun ki,       
ZARİYAT       5.Hiç kuşkusuz, o size vaat olunan kesinlikle doğrudur.
ZARİYAT       6.Ve din, şaşmaz bir olgudur.

 1. Vezzariyati zerva 2. Fel hamilati vıkra 3. Fel cariyati yusra 4. Fel mukassimati emra 5. İnnema tuadune le sadık 6. Ve inned dine le vakı'

Not: Nette Melekler yazınca bulduğum ve Melekleri açıklayan aşağıdaki satırlardan sonra

"Bundan başka rüzgârları estiren, yağmurları yağdıran, kâinatta hâkim yaratılış kanunlarının takibinden sorumlu melekler vardır. Üstelik gerek yeryüzü ve gerekse yedi kat semavatın tamamı meleklerle doldurulmuş ve her an Allah’ın sanatlarını tefekkür ve O’nu zikir ve O’na ibadetle meşguldürler."
Müşriklerin meleklerden şefaat dileği ile şirk koştuğu, Melekleri kutsadığı bir ortamı düşünürsek ilk 4 ayetin tamamının melekleri tarif ettiği de söylenebilir, Meleklere and olsunki ........

Şu'be İbn Haccâc'ın Semmâk kanalıyla... Hz. Ali İbn Ebu Tâlib'den rivayetine göre o, Kûfe'de minbere çıkmış ve: Bana Allah'ın kitabından hangi âyeti, Râsûlullah'ın hangi sünnetini sorarsanız size onu haber veririm, demişti. İbn Kevâ kalkıp: Ey mü'minlerin emîri, Allah Teâlâ'-nın «Esip savuranlara.» kavlinin manâsı nedir? diye sordu. Hz. Ali: Rüzgârdır, dedi. Onun «Yükünü yüklenenlere.» kavlinin anlamı nedir? sorusuna: Buluttur, cevabını verdi. «Kolayca süzülenlere.» âyetinin an­lamı nedir? sorusuna: Gemilerdir, cevabını verdi. Yine onun «İşi ayı­ranlara.» kavlinin anlamı nedir? sorusuna da: Meleklerdir, cevabını verdi.

Bu hususta bir de merfû' hadîs rivayet edilir ki Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr'ın îbrâhîm İbn Hânî kanalıyla... Saîd İbn Müseyyeb'den ri­vayetine göre o, şöyle anlatıyor: Sabîğ et-Temîmî, Ömer İbn Hattâb'a geldi ve: Ey Mü'minlerin emîri, bana esip savuranları haber ver, dedi. Hz. Ömer: Onlar rüzgârlardır. Şayet bunu Allah Rasûlü (s.a.)nün söy­lediğini işitmiş olmasaydım söylemezdim, dedi. Sabîğ: «İşi ayıranların bana haber ver, dedi. Hz. Ömer: Bunlar meleklerdir. Şayet bunu Allah .Rasûlü (s.a.)nün söylediğini işitmiş olmasaydım söylemezdim, dedi. Sa­bîğ: Bana: «Kolayca süzülenleri haber ver, dedi. Hz. Ömer: Onlar ge­milerdir. Şayet bunu Allah Rasûlü (s.a.)nün söylediğini işitmiş olmasay­dım söylemezdim, dedi
ve ona yüz sopa vurulmasını sonra da bir eve hapsedilmesini emretti.
İyileşince tekrar ona yüz sopa vurdu
ve bir semere yükleyip Ebu Mûsâ el-Eş'arî'ye: İnsanları onunla birlikte otur­maktan men'et diye yazdı.
O bir süre bu durumda kaldı da sonunda Ebu Musa'ya gelerek daha önce içinde duymakta olduğu duyguları nef­sinde bulmadığına dâir ağır ağır yeminler etti.
Bunun üzerine Ebu Mû­sâ da durumu Hz. Ömer'e yazdı ve Hz. Ömer'in: Öyle sanıyorum ki doğ­ru söylemiştir, cevabı üzerine insanlarla oturmakta serbest bıraktı.

Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Hadisin râvîleri arasında bulunan Ebu Bekr İbn Ebu Sebre, yumuşak, Saîd İbn Selâm ise hadîs ashabından değildir. Ben de derim ki: Bu hadîsin Rasûlullah'a ulaştırılması zayıftır. Doğruya ya­kın görüneni ise onun Hz. Ömer üzerinde mevkuf olmasıdır. Sabîğ İbn Asel ile Hz. Ömer arasındaki geçen hâdise meşhurdur. Hz. Ömer'in onu dövmesi onda gördüğü inâd ve muhatabını zor durumda bırakma arzu­su olmalıdır. En doğrusunu Allah bilir. Hafız İbn Asâkir bu olayı Sa-bîğ'in hal tercemesinde uzunca anlatır.

İbn Abbâs, İbn Ömer, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Hasan el-Basrî, Katâde, Süddî ve birçokları da âyetleri bu şekilde tefsîr etmişlerdir. îbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim bunun dışında bir açıklama nakletmemişlerdir. «Esip savuranlar» dan maksadın daha önce geçtiği üzere rüzgâr, «Yükünü yüklenenler» den maksadın daha önce geçtiği üzere bulut olduğu söylenmiştir. Çünkü o su yüklenmek­tedir. «Kolayca süzülenler»e gelince; daha önce de geçtiği üzere Cumhûr'dan nakledilen meşhur görüş bunların, su üzerinde kolayca süzülen ve akıp giden gemiler olduğudur. Bazıları ise bunların, yörüngelerinde kolayca süzülen yıldızlar olduğunu söylemişlerdir.  RUZGAR-BULUT-YILDIZ Böylece en aşağıdan en yüceye daha sonra da yüce olanına yükselme gerçekleşebilsin. Rüz­gârların üzerinde bulut, ondan da yukarda yıldızlar ve onların da üze­rinde işi ayıran melekler vardır. Onlar Allah'ın şer'î ve kevnî emirlerini indirirler. Bütün bunlar Allah'ın, âhiretin vukuuna dâir yeminleridir. Bu sebepledir ki şöyle buyurur: «Şüphesiz size vaadolunan elbette doğ­ru (bir haber) dur. Şüphesiz ceza (ve hesaba çekme) elbet vukû'bulacaktır.»

İbn Abbâs «Hareli yollara sahip göğe andolsun ki.» âyet-i kerîme'sini: Kararlı, göz kamaştırıcı güzellikte göğe andolsun ki, şeklinde açık­lar. Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Mâlik, Ebu Salih, Süddî, Katâde, Atıyye el-Avfî, Rebî' îbn Enes ve başkaları da böyle söylemiş­lerdir.

Dahhâk, Minhâl îbn Amr ve başkaları ise burayı şöyle açıklarlar: Rüzgâr su, kum ve ekinlere vurduğu zaman nasıl kıvrılır ve iç içe yol­lar oluşursa işte âyet-i kerîme'deki kelimesi gök için bu an­lamda kullanılmıştır.

 Katâde'nin Salim İbn Ebu Ca'd kanalıyla... Abdullah îbn Amr'-dan rivayetine göre «Hareli yollara sahip göğe andolsun ki.» âyetinde yedinci gök kasdedilmektedir. Abdullah İbn Amr bu sözü ile sanki için­de sabit yıldızların bulunduğu göğü kasdetmektedir. En doğrusunu Al­lah bilir. Astronomi âlimlerinden çoğuna göre ise bu, yedinci göğün de üzerinde bulunan sekizinci felekdedir. En doğrusunu Allah bilir. Bütün bu sözler aslında bir tek şeye dönmektedir ki o da bu semânın son de­rece güzel oluşudur. Nitekim İbn Abbâs da böyle söylemiştir. Bu gök; güzelliğinden yüksektir, şeffaftır, sağlamdır, yapısı muhkemdir, geniş­tir, göz kamaştırıcı güzelliktedir. Sabit ve seyyare yıldızlarla, parlak yıldızlar, güneş ve ay ile süslenmiştir.

xxxxxxxxxxxxxxxx
ZARİYAT       1.O tozutup savuranlara/o kırıp un-ufak edenlere, (Rüzgar?)(Afetler)
ZARİYAT       2.O ağırlık taşıyanlara,                                             (Buhar?)(Hamileler)
ZARİYAT       3.O kolayca akıp gidenlere/o rahatça yüzenlere,    (Bulut?)(Rahmet-(bulut/yağmur?)
ZARİYAT       4.O iş ve oluşu bölüştürenlere andolsun ki,         (Yağmur?)(Melekler?)
ZARİYAT       5.Hiç kuşkusuz, o size vaat olunan kesinlikle doğrudur.
ZARİYAT       6.Ve din, şaşmaz bir olgudur.





ASR 1-3 (TAMAMI)

Başta:

«— Ey örtülere bürülü Nebi! Kalk ve etrafını uyandır!»

Emrini alan Peygamber, memuriyetini zevcesine bildirir bildirmez, Hatice hemen baş kesti ve en taşkın bir şevk, saadet ve heyecanla imâna can attı. Âdeta sevincinden taştı. İmân, Hatice için neş'elerin en büyüğü oldu.

Cebrail'den şu tebliği almışlardı:

«— Rabb'in Sana selâm ediyor ve diyor ki: Sen benim insanlara ve cinlere Resûlümsün! Onları Tevhid kelimesine davet et!»

Ve Cebrail ayağını yere vurmuş, vurduğu yerden su fışkırmış, Cebrail o sudan abdest almış, Allah
Resulüne de aldırmış, peşinden O'nunla beraber namaza durmuştu.

Allah'ın Sevgilisi sevgili zevcesine abdest ve namazı öğretti ve beraberce namaza durdular. En büyük Peygamber ve kâinat çapındaki ümmetinin ilk ferdi...
İlk namaz iki rek'at ve sabah akşam, günde iki defa...

VE UYARI BAŞLADI



ASR    1.Andolsun zamana/çağa/gündüzün iki ucuna/sabah namazına/ikindi vaktine/Asrısaadete ki,
ASR    2.İnsan gerçekten tam bir hüsran içindedir.
ASR    3.İnanıp hayra ve barışa yönelik işler yapanlar, birbirine hakkı önerenler, birbirine sabrı önerenler müstesnadır.


1. Vel asr
2. İnnel insane le fi husr
3. İllellezıne amenu ve amilus salihati ve tevasav bil hakkı ve tevasav bis sabr

Öyle rivayet ederler ki, İmâm Şafiî: Kur'ân nâmına yalnız bu sûre inmiş olsaydı insanlara elverirdi, insanlar yalnız bu sûreyi derin derin düşün­müş olsalardı onlara kâfî gelirdi, dermiş.

MUDDESSİR 1-7

Melek kaybolur kaybolmaz, Allah'ın Resulü muazzam bir dehşete düştüler.

Mağradan çıktılar. Hira dağından indiler, uçan bir kuşun gölgesi gibi mesafeleri aşarak Mekke'ye girdiler. Büyük ve Temiz Hatice'nin kapısını vurdular.

Meleğin kucakladığı mukaddes insan, esrarlı haline bakıp kendisine açılan sadık zevcenin kollarına atlamadan yalnız mırıldandı:

«— Beni örtünüz! Beni örtünüz!»

Sadık zevce, izinde bütün bir esrar cereyanını sürükleyen Allah'ın Sevgilisini, olup bitenlerden habersiz, hiçbir şey sormak ve anlamak cesaretini göstermeden şefkat ve itina ile yatağına yatırdı ve üstüne kalın örtüler çekerek O'nu yalnız bıraktı.

Dakikalarca, İiâhî haşyete bağlı mukaddes râşenin ihtizazlarını kaybeden yatak; ve nihayet bu yatakta kavuşulan rahat ve sükûnet...

Kâinatın Efendisi, rahat ve sükûnete erişince yataktan kalktılar. Zevcelerini çağırdılar ve başlarından geçen hâli ânı ânına, noktası noktasına anlattılar. Henüz tam bir açıklık belirtmeyen ve ne olduğunu hissettirmeyen tecelli karşısında ilk hükümleri, rahat ve sükûnete kavuşmuş olmalarına rağmen sadece korku ve kaygı...

Henüz ebedî devlet ve memuriyet, hâl ve makamı, Al-Jah'ıh Sevgilisine açıkça bildirilmemiştir.

BÜYÜK KORKU

Hitap: «— Korkuyorum ki, Hatice, bana bir zarar gelmesin!»

Henüz hiçbir şeyden haberi olmamak şöyle dursun, haberi olmayanın halinden bile haberi olmıyan.

Haticenin mukabelesi misilsiz bir kadın sezişiyle, fevkalâdenin üstünde oldu. Ulvî kadın, her haline o kadar emniyet duyduğu mukaddes zevcini, imkân bulunmayan hayali ihtimalden tenzih etti: — Hiçbir korku ve kaygıya sebep yok. Boşuna üzülüyorsun. Allah, senin gibi bir kuluna kötülük eriştirmez.

Ve başına bir örtü atarak: — Şimdi, dedi; bu işlerden anlayan birine gidip danışacağım.

Hatice'nin bahsettiği adam, yakın akrabasından Varaka bin Nevfel... Varaka, Büyük ve Temiz Hatice'den olup bitenleri, dikkat ve ciddiyet dolu bir çehreyle dinledi... Sonra uzun uzun düşündü ve şu cevabı verdi:

— Varlığımı kudretinin elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer anlattıkların doğru ise, yâ Hatice, mübarek zevcine görünen Melek, Musa Peygambere gelen «Namus-u Ekber» dir.

Mübarek zevcin Allah'ın Peygamberidir ve İlâhî Memuriyetini almak özeredir. Kendisine haber ver; sakın ürkmesin, telâş ve korkuya düşmesin... Sabırla neticeyi beklesin ve bütün tecellilere tahammül etmeyi bilsin!.

Varaka, sâf mânasiyle Isa dini üzerindedir ve büyük çapta din irfanına sahip bir insandır.

Hatice, Varaka'nın yanından, bu muazzam tefsir ve teşhis altında ezilmiş, ayrıldı; ve bu yakıcı mânaların heybetinden kendinden geçmiş, evine geldi.

Ne söyleyeceğini, nasıl anlatacağını, ne türlü bahsedeceğini bilemiyor.

Bir gün Varaka, Allah'ın Resulü ve Kâinatın Gayesini. Kabe'yi tavaf ederken buldu. Hemen yanına yaklaştı. O'nu bir kenara çekti ve fısıldadı:'

— Amca kızımın zevci, mübarek insan! Hira dağındaki mağarada başından geçenleri bana olduğu gibi anlatır mısın?

Allah'ın Resulü, İlâhî tevhid nimetine mâlik ve kitap ehli bu samimî adamın hatırını kıramadı; ona başından geçenleri bütün teferruatiyle anlattı.

Varaka heyecanla haykırdı: — Allah'a yemin ederim ki. sen onun Büyük Resulüsün! Ve sana görünen melek, Musa'ya gelen Cebrail'dir. ݺte «Cibril-i Emin» sana da nazil oiuyor.

Şimdi kimbilir başına neler gelecek! Sana yalancı ve sahtekâr diyecekler, seni yurdundan kovmaya çalışacaklar... Peygamberlik yükü ağırdır. Kavmin seni tekzip edecek... Seninle çarpışacak ve seni öldürmeğe savaşacak... Söz yeriyorum ki. eğer Allah beni o günlere yetiştirirse senin için elimden geleni esirgemiyeceğîm.

Ve tevhid ehli Varaka, insanoğlunun en büyüğüne sarıldı. Onun -kudsiyet dolu alnından öptü ve yanından uzaklaştı. Varaka, başı önünde, ağır ağır gidiyor; ve O arkasından, derin bir tefekkür içinde, bakıyor.

Varaka ile aralarında geçmiş konuşmadan:
— Demek beni kavmim Mekke'den çıkaracak, öyle mi?
— Evet, peygamberlik makamı kime verilmişse öz kavmi içinde ona düşmanlar türemiştir. Peygamberlik hali budur.

Berzah
ÜÇ YIL

Korkunun daha büyüğü geldi. Birdenbire vahiylerin arası kesildi.

Ne bir delâlet, ne bir işaret...

Belki de ilâhî hikmet Gaye-Dnsan ve Ufuk-Peygam-berin üzerinden ilk vahiy yükünün kalkmasını gerektiriyordu. Belki de hemen ikinci bir yüke dayanamazlardı. Sır...
(BELKİDE OKUYORDU
Rabbinin adıyla okuyordu, tabiatı, insanları, toplumu, insanlar arası ilişkileri, zulmü, iyiliği, cesareti, korkuyu, öfkeyi, acıyı, iniltileri, kahkahaları, gürültüleri, sessizliği okuyordu
Adaletsizliği ciğerlerinde soluyordu, yoksulların iniltileri kulaklarına vuruyordu, kölelerin yüzlerindeki mutsuzluğu okuyordu, empati yapıyordu, olaylara içeriden biri gibi bakıyordu, dışarıdan biri gibi tepeden bakıyordu, geçmişten bakıyordu, gelecekten bakıyordu
Bir sosyolog gibi toplumu okuyor, bir psikolog gibi kişileri okuyordu
Şehri okuyordu, Mekkeyi okuyordu, Panayırı okuyordu, ticareti okuyordu, haccı okuyordu, kabeyi okuyordu, putları okuyordu
Her şeye başka türlü bakıyordu
RABBİNİN ADIYLA OKUYORDU,
HER ŞEYİ RABBİNİN ADIYLA OKUYORDU)

Böyle... İlâhî hitap birdenbire kesilivermişti.

Sahilsiz deniz ortasında ayağını bastığı ne bir tekne, ne bir sal, sadece meçhul bir istikâmete doğru bir nur ağı içinde yol alan varlık, bu ağın ipi koyuveriliyormuş gibi olunca ne hisseder?

Üç yıl vahiy gelmedi ve üç yıl berzah hayatı yaşadı

ISTIRAP


Teessürlerinin hayale sığmaz çapta derin olduğunu şuradan anlıyoruz ki, başvurdukları uzlet köşelerinde, dağ başlarında mağaralarda İlâhî hitabın tecellisine zemin arayıp da bulamadıkları zaman, dehşetten kendilerini kaybedecek hale geliyorlardı. Öyle ki, kendilerini dimdik bir, yardan korkunç bir uçuruma fırlatıp atmak istiyorlar; tecellilerin en parlağından sonra ondan mahrum karanlık hayatı, çekilmez ve taşınmaz bir yük görüyorlardı. Parça parça olmak, idrâk duygusundan sıyrılmak, yokluk yorganının altına çekilip saklanmak...

Muhal... Allah'ın, Varlık Nuru olarak yarattığına, yokluk yol verebilir mi?

Hiçbir zaman kırılmıyacak ve Allah'ın eliyle muhafaza edilecek olan bu tehlike parmaklığının önünde, kaç kere oradan sarkmağa teşebbüs ettilerse, vahiy değil, fakat İlâhî ihtara nail oldular.

Teşebbüsün vâki olacak gibi göründüğü nâzik anlarda daima Melek yetişti ve şöyle nida etti:

— Dur! Bil ki, sen Allah'ın Resulüsün!

Böylece her defasında, varlığın bütün sırrı olan mukaddes varlıkları etrafındaki İlâhî müeyyide belli oluyor; ve Peygamberler Peygamberi, ayaklar altında çalkalanan zulmet denizinin korkunç ağzını, yalnız bir hikmet olarak müşahedeye memur bulunuyordu.

HATİCE'DE DEHŞET,

Büyük ve Temiz Hatice de, kendi âleminde ve ayrı bir dehşet içinde...

Kitap ehlinden birtakım din adamlarına başvuruyor ve evvelâ Cebrail'in kim olduğunu öğrenmeye bakıyor:
— Cebrail, Allah ile Peygamberleri arasında, vahye vasıta olan büyük Melek... Musa ve İsa Peygamberlere Tevrat ve İncil'i o indirdi.

Birtakım hallere ait sualleri de soruyor ve şu cevabı alıyor:
— Tecelli, ya Hak'tan olur, ya Şeytandan... Bazan Şeytan insanlara musallat olup garip işler gösterir. Haktan gelen nimet ve devlet; Şeytandan gelen, kötülük ve hastalık...

Mevcut olmıyan ikinci ihtimalin, gene muhal soyundan, öldürücü, hattâ ondan da beter bir istifhamı vardı:
— Yârabbi! Yoksa bütün bunlar hastalık mı?.. Bütün bu haller, yoksa çatlayan bir ruhun saçtığı alevler ve kıvılcımlar içindeki vücutsuz akislerden mi ibaret?.. Yârabbi; dünyanın bu en muvazeneli, ölçülü, faziletli ve dirayetli insanının başına bir şey gelebilir mi?..

Gelemez! Fakat bu, berzah çilesidir; gelemiyeceği nasıl bilinsin?..

Günü gelince Allah «Nun vel'Kalem» Süresiyle Resulünün halini bildirecektir:
«— Kalem, ona yardıma vasıtalar ve bunlarla yazılan ilimler ve fenler üzerine yemin ederim ki, sen Rabbinin inayeti sayesinde bir mecnun değilsin! İnan ki, senin duraksız ve kesintisiz bir iyi şöhretin vardır. Sen, gerçekten azim bir meslek yolundasın! Cinnetin kimde olduğunu, yakın zamanda hem sen anlıyacaksın, hem onlar...»

Büyük ve Temiz Hatice, ruhunun tâ derinliğinde, mukaddes zevcine ait kâmil emniyet duygusu, bütün bu sırları sahibine havale ederek bekliyor; ve kollarrnı bir şefkat dolağı halinde O'na, mukaddes zevcine binbir ihtimam şekliyle sarmış, İlâhî iradeyi kolluyor.

ÖRTÜLERE BÜRÜLÜ NEBİ

Bir gün... Hira Dağı...

Dağda bir müddet kaldıktan sonra evlerine dönmek üzere hareket ediyorlar.

Ne bir fısıltı, ne bir kıpırdanış...

Her şey tam bir gaflet uykusunda...

İnsanoğlunun Ufuk Noktası, kendi ayak sesinden başka hiç bir şey işitmiyor.

Birden, yokuş aşağı inerken, bir ses işitiler. Dönüp baktılar. Kimsecikler yok... ört, arka. sağ, sol,

her taraf bomboş...

Son ihtimal gökler..

Başlarını kaldırıp baktılar. Müthiş... Vahiy ânında gördükleri Melek, göklerden, göklerin anlatılmaz bir derinliğinde, bir kürsü üstüne oturmuş, kendisine nazar etmekte...

Göz ucuyla gördükleri bu levhaya bakamadılar. Başlarını indirdiler ve yürümek istediler.

Fakat daha müthiş... Bu defa, baktıkları her noktada aynı Melek...

Ürktüler, koşarcasına yürümeğe başladılar. Hızla evlerine can attılar.

Büyük ve Temiz Hatice, etekleri mucize sürükleyen harikalar harikası insanı, telâşla karşıladı.

Renginin ne hale geldiğini Allah'ın ilmine havale ettiğimiz dudaklar kıpırdadı ve şu kelimeler döküldü:

«— Beni örtülere bürüyün, bürüyün; üstüme soğuk su dökün!..»

Emirleri yerine getirildi.

Allah'ın Sevgilisi, sadece ruh iklimlerinden gelen cumudiyeleri yakıcı ve güneşi söndürücü ayazın tesiri ile üşümekte, titremekte... Dişleri birbirine çarpıyor. İlâhî haşyet, iliklerine kadar mukaddes vücutlarına işlemiş...

TEBLİĞ

İşte o zaman vahiy yolu, bir daha kesilmemek üzere bütün azametiyle açıldı. Melek geldi ve tebliğ etti:

1.     Ya eyyuhelmuddessiru.       ey yatan
2.     Kum feenzir.                       kalk ve korkut-uyar
3.     Ve rabbeke fekebbir.          Rabbini büyükle / tasavvurunu yönet
4.     Ve siyabeke fetahhir.          Elbiseni temizle / imajını yönet
5.     Verrucze fehcur.                 Pisliklerden hicret et-ayrıl / ilişkilerini yönet
6.     Ve la temnun testeksiru.      çoğumsayarak el çekme / duygularını yönet
7.     Ve lirabbike fasbir.              ve Rabbin için sabret / nefsini yönet

— Ey örtülere bürülü Nebi! Kalk, etrafını uyandır; etrafına kurtuluş yolunu göster! Rabbini büyük bil, putlara ibadeti yasak et, işini çoğalt ve kimseye minnet etme! Allah rızası için çetinliklere sabırla karşı koy!.. Kıyamet günü Sûr üflendiği zaman, münkirler için kolay değil, çok zor bir gün olacaktır.»

Üç yıl evvel gelen nebilikten sonra, işte 43 yaşında. O, Allah'ın Sevgilisi ve Kâinatın Efendisi, resul olmuştur. İnsan ve cin, görünen ve görünmeyen bütün akıl sahibi mahlûklara memur  buyurulmuşlardır.

Âlem bütün zaman ve mekânının kurtarıcısına kavuşmuştur.,

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxx





Cabir dedi ki: "Ben ancak Allah'ın Rasûlü (sa)'nün bana söylediğini haber veriyo­rum. Bana şöyle buyurdu:

Hırâ'da bir süre (bir ay) kaldım. Oradaki ikametimi bitirince oradan ayrıl­dım. Vadiye inince bana seslenildi. Önüme, sağıma, soluma, arkama baktım, hiçbir şey göremedim. Bana tekrar seslenildi; yine önüme, ardıma, sağıma, so­luma baktım kimseyi göremedim. Başımı kaldırıp yukarı baktığımda bir de ne göreyim o (bana seslenen) gökle yer arasında bir taht üzerinde, yere çökekaldım (Ebu Davud der ki: yani yere yıkıldım). Beni bir titreme tuttu, (eve) geldim ve:

"Beni örtün, beni örtün ve üzerime soğuk su serpin." diyebildim 

bana: "Yâ eyyuhe'l-müddessir... ="Ey bürünen kalk inzâr et, Rabbını ulula, urbanı temiz­le." nazil oldu "
1 Ey giysisine bürünüp kenara çekilen!
2 Kalk da uyar!
3 Rabbinin yüceliğini duyur!
4 Temizle giysilerini!
5 Uzaklaştır kendinden pisliği!
6 Çok bularak başa kakma yaptığın iyiliği!
7 Ve yalnız Rabbin için dayanıklı kıl benliği!



1.     Ya eyyuhelmuddessiru.       ey yatan
2.     Kum feenzir.                       kalk ve korkut-uyar
3.     Ve rabbeke fekebbir.          Rabbini büyükle / tasavvurunu yönet
4.     Ve siyabeke fetahhir.          Elbiseni temizle / imajını yönet
5.     Verrucze fehcur.                 Pisliklerden hicret et-ayrıl / ilişkilerini yönet
6.     Ve la temnun testeksiru.      çoğumsayarak el çekme / duygularını yönet
7.     Ve lirabbike fasbir.              ve Rabbin için sabret / nefsini yönet

HALAKA - AHLAK




 Ahlak Kavramı Üzerine Etimolojik ve Semantik Bir Araştırma*

Arapça ḫuluḳ (ç. aḫlāḳ) sözcüğünün temel anlamı konusunda klasik Arapça sözlüklerin sunduğu içerik1 ilk bakışta şaşırtıcı bir görünüm arz eder. Yaygın kanaatin aksine, ḫ-l-ḳ kökünün ve bu kökten türeyen ḫuluḳ sözcüğünün temel/kök anlamları arasında doğrudan ahlaka taalluk eden bir muhteva yer almamaktadır. Klasik sözlükler arasında yapılacak hızlı bir inceleme bile, ḫ-l-ḳ kökünün temel anlamının taḳdīr 2 yani “bir nesneyi düzgün/ölçülü bir biçimde3 oranlamak ve ölçümlemek”4 olduğu konusunda açık bir görüş birliği olduğunu göstermektedir. Bir deriyi ayakkabı veya kırba yapmak için uygun ve orantılı bir biçimde ölçüp biçmeyi ifade eden ḫalaḳtu’l-edīm tabiri, sözlüklerde taḳdīrin anlamını gösteren yaygın örneklerden biridir.5 Bir işi önceden tasarlamak ve planlamakla ilgili örnekler de taḳdīrin kapsamında değerlendirilmiştir.6 Ḫ-l-ḳ kökünün bütün türevlerinin bir şekilde taḳdīr anlamıyla irtibatlı olduğu veya temelde taḳdīre rücu ettiği anlaşılmaktadır.7 İlgili kökün iki asıl anlamının olduğunu belirten İbn Fāris (ö.395/1004) ise taḳdīrin yanına şu anlamı da eklemektedir: “Bir nesneyi düz/pürüzsüz hale getirmek” (melāsetu’ş-şey).8 Ancak Arap dilcileri ekseriyetle bu anlamı müstakil olarak değil, taḳdīrden türetilmiş bir anlam olarak zikretmişlerdir.9 Erken dönem sözlüklerdeki bu lügavî tespitlerin kadim kökenlerinin izinin sürülmesi, ilgili kökün temel ve yan anlamlarını ayrıştırmak açısından önem arz eder. Bu bağlamda Arapça’daki ḫ-l-ḳ kökünün diğer bazı Sâmî  dillerdeki karşılıklarını araştırmak aydınlatıcı olabilir. Kuşkusuz bu konuda temel kaynaklar üzerinden bir görüşe ulaşmak ayrı bir uzmanlık gerektirir. Ancak bilimsel nitelikli geç dönem kaynakları üzerinden ihtiyatlı bir şekilde fikir edinmek mümkün ve hatta faydalı olacaktır. Eski Ahid’de ḫ-l-ḳ kökünün ‘pürüzsüz ve kolay olmak’ ve ‘bölmek ve ayırmak’ olmak üzere iki temel anlamda kullanıldığı belirtilmiştir.10 İlgili kökün ‘bölmek ve ayırmak’ anlamıyla Sâmî dilleri içerisinde sadece İbranice ve Aramice’de yer aldığı tespit edilmiştir. Modern dil bilimciler bir taraftan bu kökü Arapça ‘şekil ve biçim verme (taḳdīr)’ anlamına gelen ḫalaḳa ile bağdaştırmışlar; diğer taraftan ‘düzgün, kolay ve pürüzsüz olmak’ anlamındaki İbranice ḫ-l-ḳ kökünün, ‘pürüzsüzleştirmek ve kolaylaştırmak’ anlamına gelen Arapça ḫalaḳa köküne karşılık geldiğini ifade etmişlerdir.11 Yaygın olarak ‘yaratma’ anlamında kullanılan ḫ-l-ḳ kökünün bu anlamının, klasik Arapça sözlüklerde temel anlam olarak zikredilmemesi dikkat çekicidir. Bu bağlamda –istisnaî olarak– Arap dili ve edebiyatının dördüncü asırdaki önemli isimlerinden Ebū Bekr İbnu’l-Enbārī (ö.328/940), ḫ-l-ḳ kökünün Arap kelamında iki temel anlamının olduğunu belirtmiş ve taḳdīr anlamından önce şu anlamı kaydetmiştir: Bir asla/modele dayanmadan yaratılmış bir nesneyi örnek alarak başka bir nesne yaratmak (el-inşā alā mis̠ālin ebdeahu).12 Arap dilinde ḫ-l-ḳ’nın ‘yaratma’ anlamında kullanıldığı sayısız örnek bulunduğu bir gerçektir;13 ancak ‘yaratma’yı ḫ-l-ḳ kökünün temel anlamları arasında sayan İbnu’l-Enbārī’nin, ileri sürdüğü bu görüşüyle klasik lügat bilginleri içinde yalnız kaldığını ve ikna edici deliller sunmadığını belirtmeliyiz. Öyle anlaşılıyor ki İbnu’l-Enbārī ḫ-l-ḳ kökünün eş-süremli ve art-süremli anlamları arasındaki göreceli ilişkiyi tanımlamakta yeterince titiz davranmamıştır.14 Zira klasik sözlük yazarlarının çoğunun, ‘yaratma’ eylemini bir tür taḳdīr olarak kabul ettikleri ve ‘yaratma’nın, ḫ-l-ḳ kökünün aslî anlamı olan taḳdīr kapsamında olduğunu düşündükleri15 anlaşılmaktadır.16 Erken dönem sözlüklerinde ḫ-l-ḳ kökünün ‘yaratma’ anlamının fazlaca vurgulanmamasının, böyle bir etimolojik mülahazaya dayandığı da söylenebilir. Şu halde ḫ-l-ḳ kökünün temel anlamı (taḳdīr) zaman içinde genişlemiş, temel anlama bağlı olarak Arapça’da yeni bir yan anlam (yaratma) kazanmıştır. ḫ-l-ḳ kökünün Arapçadaki temel anlamı ile ‘ahlak’ arasında –tıpkı ‘yaratma’da olduğu gibi– semantik bir ilişkiden söz etmemiz mümkün müdür? ‘Ahlak’ ile tam olarak neyin kastedildiğini belirlemek sorumuzun cevabı için anahtar bir rol oynar. Klasik lügatlarda insanın yaratılış ve kişilik özelliklerinin kaynağı olarak atıfta bulunulan sözcüklerin başında ḫulḳ/ḫuluḳ gelir. Bu manada ahlak “insanın yaratılıştan gelen tabiatının adıdır” (huve mā ḫuliḳa aleyhi mine’ṭ-ṭab).17 Lügatlarda ahlakı tanımlamada kullanılan ṭabīa, 18 fiṭra, 19 eṣ-ṣūratu’l-bāṭıne, 20 cibilliyye ve seciyye21 gibi ifadeler onun yaratılışla ve karakterle ilgisini göstermektedir.22 Bābānzāde Aḥmed Naīm’e (ö.1934) göre bugün ḫuluḳ kelimesini karşılamak için seçilecek en uygun sözcük karakterdir: 
Bu kelimenin [caractére] tarīfi ile mevāḳı-i istimāli bizim -ḍamm-ı ḫā ile- “ḫuluḳ” dediğimize tamamen munṭabıḳtır. Bizce ḫuluḳ bir meleke-i rāsiḫadır ki ānınla amāl, nefs-i nāṭıḳadan fikr u reviyyete, tekellüfe ḥācet kalmaksızın bi’s-suhūle ṣudūr eder. Ġaḍab, ḥased, kerem, şecāat, iffet... ilḫ. gibi. Caractéres de zaten budur. Bunu ḫuluḳ müradifi olan “seciyye” ile tercüme etmiyorum. Çünkü -caractérler gibi- ahlakın da iyisi kötüsü bulunur. Meḥāsin ve mesāvī-i ahlāḳ denir. Secāyānın ise –hiç olmazsa şāyi olan istimāle göre– kötüsü olmaz. Ḫuluḳ seciyyeden eammdır. Frenklerin bu lafzı metanet-i ahlak ve şecāatta istimāl edişleri urf-i āmmı urf-i ḫāṣṣa naḳl kabilindendir. La Bruyere’in [ö.1696] kitab-ı meşhūrunda [Les Caractéres] taṣvīr ettiği aḥvāl-i nefsiyyenin çoğu secāyā-yı kerīme olmaktan pek uzaktır. 23

Kısacası, yaratılış yoluyla insana aktarılan ve onun karakterini oluşturan temel yapı, ahlakın klasik lügatlardaki tasavvur biçimini yansıtmaktadır. Anlaşılacağı gibi, ḫ-l-ḳ’nın ‘yaratma’ anlamı ile ‘yaratılış özellikleri’ anlamı arasında tematik bir benzerlik vardır; dolayısıyla ‘yaratma’dan ‘yaratılış özellikleri’ne yani ‘ahlak’a geçişin makul bir temeli bulunmaktadır; ancak bu ikincil bir ilişkilendirmedir. Zira asıl ve birincil anlam, ḫ-l-ḳ’nın temel anlamları (taḳdīr ve pürüzsüzlük) ile yan anlamı (ahlak/karakter) arasında kurulan anlamsal ilişkide görünür hale gelmektedir. Sözgelimi İbn Fāris, aḫlāḳın tekili olan ḫuluḳun seciyye anlamına geldiğini belirtmekte ve bunu şöyle temellendirmektedir: “Çünkü seciyye sahibine (doğuştan/yaratılıştan) bu (nitelikler) takdir edilmiştir” (li-enne ṣāḥibehū ḳad ḳuddira aleyhi).24 Benzer bir semantik irtibat İbn Cinnī (ö.392/1002) tarafından da kurulmuştur. Ona göre, Arapların ḫuluḳu’l-insān sözündeki ḫuluḳ, ‘şu nesneyi düzleştirdim’ ve ‘pürüzsüz/düz kaya’ gibi kullanımlardan gelmektedir. Bu durumda “ḫuluḳu’l-insān tamlamasının anlamı şudur: İnsanın ḫuluḳu, insan için (önceden) taḳdīr ve tertīb edilen şeydir; öyle ki insanın ḫuluḳu, sabitleşmiş ve şüpheden arınmış bir durum gibidir.”25 İbn Cinnī’ye göre “Allah ḫalḳı (bedenî yapıyı) ve ḫulḳu (ahlakî yapıyı) belirlemiştir” (ḳad feraġa’llāhu mine’l-ḫalḳ ve’l-ḫulḳ) şeklindeki rivayet26 de buna işaret etmektedir.27 İbn Cinnī’nin kaydettiği rivayet aynı zamanda ḫalḳ ile ḫulḳ arasındaki sıkı münasebete göndermede bulunmaktadır. İki sözcük arasında yazılış, okunuş ve köken bakımından ne kadar yakın bir morfolojik/etimolojik münasebet varsa, insanın dış yapısı ve yaratılışı (ḫalḳ) ile içyapısı ve karakteri (ḫulḳ) arasında da o kadar sıkı bir ontolojik münasebet vardır. Bu,  
aslında bir ‘bütün’ olarak tasavvur edilen insan fenomeninin birbirini tamamlayan iki yönünü yansıtmaktadır. Buna göre ahlak, insanın iç dünyasına ait imkânları ifade etmekte ve insanın dış/fiziksel yapısı ile irtibatı bulunmaktadır.28 Er-Rāġib el-İṣfahānī (ö.5./11.yy) şöyle demiştir: “Ḫalḳ ve ḫulḳ, asıl olarak aynıdır; ancak ḫalḳ göz (baṣar) ile idrak edilebilen hey’et, şekil ve suretlere; ḫulḳ ise gönül (baṣīra) ile idrak edilen ḳuvve ve seciyyelere tahsis edilmiştir.”29 Aynı zamanda klasik ahlak tasavvurunu da yansıtan bu belirlemeler, ahlakın ‘sözlük’ anlamının yanı sıra, ‘terim’ anlamıyla da örtüşen bir içerik sunmaktadır. Mesela el-Ġazzālī, (ö.505/1111), ahlakı tanımlarken önce ḫalḳ ile ḫulḳ, cesed ile rūḥ, eṣ-ṣūratu’ẓ-ẓāhira ile eṣ-ṣūratu’l-bāṭıne arasındaki ilişkiye değinmiş ve ahlak için –kendisinden önce yapılan–30 şu tanımı zikretmiştir: “Ḫuluḳ, nefiste kökleşmiş bir hey’ettir ki bu hey’et sebebiyle davranışlar (efāl) düşünmeye ve zorlanmaya gerek olmaksızın rahatça ve kolaylıkla ortaya çıkar.”31 Klasik ahlak literatüründe kabul gören bu tanım, orijin itibariyle, Grek tabip ve filozof Galen’e (ö.MS.200?) aittir.32 Galen’in ahlak tanımı İslam düşüncesinde öylesine revaç bulmuştur ki aynen veya benzer ifadelerle lügat33 ve ıstılah kitaplarına34 bile girmiştir.35 Bu tanımda mündemiç ahlak anlayışına göre, ahlak ile nefs arasında bir irtibat vardır ve psikoloji, ahlakın temelini teşkil etmektedir.36 Ahlak tek tek davranışlar değil, davranışlara kaynaklık eden ve nefiste yerleşmiş bulunan kalıcı ve sürekli psikolojik bir haldir. Davranışlar ahlakın sonucudur (el-amāl netīcetu’l-aḫlāḳ).37 Bu nedenle de davranışlar, kaynaklandıkları ahlak itibariyle değer kazanır (elamāl innemā tuteberu bi’l-aḫlāḳ elletī tenşeu minhā).38

Yukarıda aktarılan malumatta vurgulanan bir diğer nokta, insanın hem yaratılış özelliklerinin (ḫalḳ), hem de bu yaratılışa bağlı karakter ve huylarının (ḫulḳ) insanda yerleşik, kökleşmiş ve sabit bir halde bulunduğu kabulüdür. Buna göre her bir insan tekinin fiziksel ve ahlaksal yapısına ait özellikleri, o daha gözlerini dünyaya açmadan önce taḳdīr edilmiştir.39 İnsanın yeryüzü serüveni başladıktan sonra ise dışsal yapısını oluşturan bedensel nitelikleri gibi içsel yapısında kökleşmiş ahlaksal nitelikleri de değişime kapalı gibi algılanmaktadır. Bu, ahlakın yukarıda anılan sözlük anlamında da mündemiç olan bir algıdır. Klasik ahlak düşüncesinin en eski ve renkli tartışmalarından birisi olan ‘ahlakın değişmesinin imkânı’ sorununun temelinde yine bu tasavvur yatmaktadır. Gerek ahlakın sabit ve değişken yönü, gerekse insanın dışı ile içi arasındaki irtibat, klasik tıp biliminin ve ahlak felsefesinin ortak konuları arasında yer almış ve detaylandırılmıştır.40 Klasik sözlüklerde insanın yaratılış ve kişilik özelliklerinin kaynağı olarak atıfta bulunulan sözcükler ḫuluḳ kelimesinden ibaret değildir. İbn Sīde (ö. 458/1066), el-Muḫaṣṣaṣ adlı, konulara göre tertip edilmiş lügatinde el-Ġarāiz başlıklı bir bölüm açmış ve burada insanın yaratılışına ve doğasına işaret eden sözcükler hakkında bilgiler vermiştir.41 İbn Cinnī de elḪaṣāiṣ’inde kökleri ve yapıları değişik olduğu halde anlamları yakın olan sözcükler bağlamında şu kelimelerin ḫuluḳ ile yakın anlamlı olduğunu kaydetmiştir: el-ḫalīḳa, es-seciyye, eṭ-ṭabīa, en-naḥīte, el-ġarīze, es-selīḳa, eḍ-ḍarībe, es-secīḥa, es-surcūḥa, es-sircīce, en-nicār, el-merin.42 Bu kavramların genelde müşterek gibi görünen bir kullanım alanı olduğu düşünülse de kendi aralarında bazı nüansların olduğu belirtilmiştir. Er-Rāġib el-İṣfahānī, ilgili kavramlar arasındaki farkları şöyle dile getirmiştir: 
Eṭ-ṭab, eṭ-ṭabīa, eḍ-ḍarībe, en-naḥtiyye, en-necr ve el-ġarīze sözcükleri insanda yaratılıştan gelen ve değişmesi mümkün olmayan ḳuvvenin adıdır. Şīme kelimesi ġarīzenin üzerinde bulunduğu halin ismidir. Seciyye ise insanın üzerinde sükûn bulduğu şeyin adıdır. Bu kavramların hepsi, ekseriyetle ‘değişmesi mümkün olmayan şeylerde’ kullanılır. Āde[t], fiil (etki) ve infialin (edilgi) tekrarının adıdır. Āde[t] sayesinde ahlak kemale erer. Āde[t]in, insandaki potansiyel (bilkuvve) özelliklerin davranış olarak (bilfiil) ortaya çıkmasını kolaylaştırmanın dışında bir etkisi yoktur. Seciyyenin ise yaratıldığı şeyin tersine sürüklenmesi mümkün değildir; zira seciyye yaratıcı (ḫāliḳ) olan Allah’ın fiili, āde[t] ise yaratılmış (maḫlūḳ) olan insanın fiilidir. Yaratılmışın fiili, yaratıcının fiilini iptal edemez; ancak o, āde[t]i öyle takviye eder ki āde[t] sanki seciyye addedilir. Bu açıdan bakılarak “Āde[t] insanın ikinci doğasıdır” denmiştir. 43
Kişilik ve karakter özelliklerine atıfta bulunan ve ilk bakışta müşterek bir içeriğe sahip olduğu düşünülen kavramlar, kendi içinde benzeşik alt unsurlar ve ayrıştırılması kolay olmayan nüanslar içerir.44 Bu, özellikle ḫuluḳ/aḫlāḳ sözcüğünün geçtiği dinî metinlerin anlamını belirlemede bir sorun olarak kendini gösterir. Zira metinlerde geçen ḫuluḳ/aḫlāḳ sözcüğünün “doğuştan gelen kişilik ve karakter özellikleri” için mi yoksa “sonradan kazanılabilen ve değişebilen kişilik özellikleri” için mi kullanıldığını tespit etmek kolay değildir. Yine karar vermekte zorluk çekilen bir diğer husus, ḫuluḳ/aḫlāḳın tekil ahlakî davranışları mı, topyekûn ahlakî bir hâli mi, yoksa kişilik özelliklerini mi ifade ettiğidir. Bu anlamsal ayrıntılar, metinlerin anlaşılmasında önemli bir role sahip olabilir. Er-Rāġib el-İṣfahānī, ḫuluḳ/aḫlāḳ sözcüğü bağlamında konuya kapsamlıca değinen belki de tek müelliftir. Eẕ-Ẕerīa ilā Mekārimi’ş-Şerīa adlı eserinde ḫuluḳ/aḫlāḳ sözcüğünün asıl olarak gönül (baṣīra) ile idrak edilen ḳuvveler için kullanıldığını belirttikten sonra –bağlama göre değişen– farklı anlamlarından söz eder ve bazı rivayetlerden örnekler getirir:
[1.] Ḫuluḳ bazen doğuştan gelen içsel/güdüsel yeti (el-ḳuvve elġarīziyye) anlamında kullanılır. Hz. Peygamber (a.s.) bu nedenle “Allah ḫalḳ (dış/bedenî yapı) ve ḫulḳ (iç/ahlakî yapı), rızık ve ecel konularını (belirleme işini) bitirmiştir” buyurmuştur.47 [2.] Ḫuluḳ bazen (doğuştan değil) sonradan kazanılmış halin adı olarak kullanılır ki bu hal sebebiyle insan başka şeyi değil de o şeyi yapmaya eğilimli/yatkın olur. Mizacındaki sertlik nedeniyle öfkeye eğilimli/yatkın olan kimse gibi. Bundan ötürü her hayvan, yaratılışının temelindeki bir huyla (ḫuluḳ) diğerlerinden ayrılır. Aslan için cesaret, tavşan için korkaklık ve tilki için kurnazlık gibi. [3.] Ḫuluḳ bazen pürüzsüz ve kolay olmak (el-melāse) anlamındaki elḫalāḳadan gelir. Bu durumda sanki ḫuluḳ, âdet (tekrarlar ve pratikler) vasıtasıyla insanın alışkanlık edindiği yetilerin adı olur. Şu (hadis) rivayet edilmiştir: “Amellerin en faziletlisi güzel ahlaktır.”48 Şu da rivayet edilmiştir: “Allah bir kimseye güzel ahlaktan daha faziletli bir şey vermemiştir.”49 [4.] Ḫuluḳ bazen eylemlerin (el-fiil) kendisinden –düşünmeksizin– ortaya çıktığı nefisteki mevcut yapı (el-heyet) anlamında kullanılır. [5.] Ḫuluḳ bazen bu yapıdan sadır olan eylemin adı olarak kullanılır. [6.] Ḫuluḳ bazen yapı ve eylemin beraberce ismi olarak kullanılır. İffet, adalet ve şecaat böyledir. [7.] Bazen de yapı bir adla, ondan sadır olan eylem başka bir adla isimlendirilir. Seḫā ve cūd gibi. Seḫā insanın sahip olduğu (cömertlik) yapısının, cūd da ondan sadır olan (cömertlik) eyleminin ismidir.  
[8.] Ayrıca bunlardan her birinin diğerinin adıyla adlandırıldığı da vakidir. Ḫuluḳun erken dönem lügatlarda işaret edilen ve yine taḳdīr kök anlamıyla irtibatlandırılan50 bir başka anlamı ise alışkanlık, âdet ve gelenek anlamıdır.51 İnsanın karakterini oluşturan temel yapının, yaratılıştan gelen özelliklerin yanı sıra, âdet ve alışkanlıklar vasıtasıyla da şekillendiği 52 kabul edildiğinde53 ahlak ile âdet/alışkanlık arasında bir bağ olduğu teslim edilir. Hatta “el-ādetu ṭabīatun s̠āniyetun” (âdet insanın ikinci doğasıdır)54 sözüyle anlatılmak istenen şudur ki âdet yani fiil ve infialin tekrar edilmesi bir şeyi yapmayı o kadar kolaylaştırır ki o sanki insanın tabiatı olur.55 Ayrıca ahlakın ‘yerleşik hale gelmiş’ huylar için; âdet, alışkanlık ve geleneğin de ‘yerleşik hale gelmiş’ olgular için kullanıldığı düşünüldüğünde, aralarında özel bir tür semantik ilişkinin varlığı muhtemeldir. Ḫuluḳun ahlakî bir çağrışıma sahip olmaksızın genel anlamda âdet, alışkanlık ve gelenek anlamında kullanıldığı da varittir. Bazı hadis rivayetlerinde kimi âdet ve alışkanlıklar ḫuluḳ/aḫlāḳ sözcüğü ile ifade edilmiştir.56 Bazı rivayetler ise ḫuluḳ/aḫlāḳ sözcüğünün sunne ile eşanlamlı bir kullanıma sahip olduğunu gösterir.57
Diğer yandan sözlüklerde ḫuluḳa verilen dīn anlamını 58 da bu kapsamda değerlendirmek mümkündür; zira dīnin yaygın lügat anlamlarından biri de âdettir.59 Dīn, gelenek ve âdet gibi yerleşik olgularla yakın bir ilişki içindedir. Öte yandan ḫ-l-ḳ kökünün dīn anlamına gelmesinin yahut dīnin bu kökten türeyen bir sözcükle karşılanmasının, kökün aslî anlamı olan taḳdīr ile irtibatı vardır; zira “dīni Allah taḳdīr etmiştir.”60 Ḫuluḳun aynı zamanda âdet, alışkanlık ve gelenek gibi karşılıklarının da bulunmasını ilginç ve dikkate değer kılan, kadim Grekçe’de (ethos), klasik Latince’de (moralis) ve modern İbranice’de (muṣar) 61 ahlakı karşılamak için kullanılan sözcüklerin de âdet, alışkanlık, töre ve gelenek gibi anlamları taşımasındandır. Bugün Batı’da ve ülkemizde kullanılan etik (ethics) sözcüğü, köken olarak Grekçe ethos sözcüğünden gelir ve ethosun iki temel anlamı vardır. Bunlardan birincisi karakter, huy, yaratılış gibi ahlakî içerikli; ikincisi alışkanlık, töre ve görenek içeriklidir. Etik sözcüğü ile beraber akla ilk gelen kelimelerden moral sözcüğü ise Grekçedeki ethos kelimesinin Cicero (M.Ö.106-43) tarafından Latinceye uyarlanmış halidir. Moral sözcüğü mos (ç. mores) kelimesinden türetilmiştir ve ethos gibi hem karakter ve ahlak, hem de âdet ve gelenek anlamına gelmektedir.62
Buraya kadar kaydedilen malumat çerçevesinde klasik sözlüklerdeki ahlaka dair temel etimolojik ve semantik mülahazaları şöyle özetleyebiliriz: 
1. Ahlak, Arapça ḫ-l-ḳ kökünden gelmekte ve klasik lügatlarda çoğunlukla ḫuluḳ (ç. aḫlāḳ), bazen de ḫalīḳā (ç. ḫalāiḳ) sözcükleriyle karşılanmaktadır. 
2. ḫ-l-ḳ kökünün hemen bütün türevleri, bu kökün temel anlamı olan taḳdīr ile ilişkilendirilmektedir. 
3. Ahlakın yaygın olarak tanımlanan içeriği ile, ḫ-l-ḳ kökünün temel anlamı (taḳdīr) arasında doğrudan veya dolaylı bir semantik ilişki bulunmaktadır. 
4. Klasik sözlüklerde ahlak, en genel anlamıyla ‘insanın yaratılıştan gelen kökleşmiş tabiatı’ olarak kavranmakta ve her bir insan tekine ait tabiat, fıtrat, mizaç, cibilliyet, şahsiyet, seciye ve huy gibi kelimelerle ifade edilen kişilik ve karakter özellikleriyle açıklanmaktadır. Ahlak bu yönüyle toplumsal değil de bireysel (ferdî) bir mahiyet arz etmektedir. Ayrıca her insan tekine özgü kişisel (şahsî) bir nitelik taşımaktadır. 
5. Ahlak, insanın psikolojisiyle olduğu kadar fizyolojisiyle de ilişkilendirilmektedir. Sözlüklerde insan zâhiri ve bâtınıyla bir bütün olarak tasavvur edilmekte ve dışsal/bedenî yaratılış özellikleri (ḫalḳ) ile içsel/ahlâkî yaratılış özellikleri (ḫulḳ) arasında doğal bir irtibat kurulmaktadır. 
6. Ahlakî niteliklerin belli ölçüde kişinin yaratılışıyla birlikte (doğuştan) tayin ve takdir edildiği tasavvur edilmektedir. Bu algı katı bir determinizm içermemekle beraber, zihnin doğuşta boş bir levha olduğu ve bireyin doğuştan ahlakî özelliklere sahip olmadığı yönündeki yaklaşımla çelişmektedir. 
7. Sözlüklerde tebarüz eden anlayışa göre insanın dışsal/fiziksel yaratılış özelliklerinin (ḫalḳ) yanısıra, içsel/ahlaksal yaratılış özellikleri (ḫulḳ) de insanda yerleşik, kökleşmiş ve sabit halde bulunmaktadır. Bu anlayış, ahlakî huyların ve niteliklerin değişip değişmeyeği konusundaki kadim tasavvur ve tartışmaların sözlüklere yansıması gibi görünmektedir. 
8. Ahlak, hem sözlük hem de terim anlamıyla karakter olgusunu zemin almakta ve erdem düşüncesine dayalı klasik ahlak anlayışına göndermede bulunmaktadır. Bu itibarla ahlakın klasik Arapça lügatlerdeki ‘sözlük’ anlamı ile klasik ahlak düşüncesindeki ‘terim’ anlamı arasında yakın bir irtibat bulunmaktadır. Buna göre çağdaş dönemde ahlaka yönelik ‘değerler manzumesi’, ‘ilkeler bütünü’, ‘görevler ilmi’ gibi tanımlamaların, etimolojik bir kökene dayanarak değil de felsefî sistemlerin türüne ve ilkelerine dayanarak vücut bulduğu anlaşılmaktadır. 
9. Ahlakı karşılamak için kullanılan Arapça ḫuluḳ, Grekçe ethos, Latince moralis ve İbranice muṣar sözcükleri zaman zaman âdet, alışkanlık ve gelenek anlamlarını karşılamak için de kullanılmışlardır. Ahlak ile bu anlamlar arasında muhtemel semantik bir ilişkiden söz etmeye imkân veren ortak unsurlar vardır. 
10. Ahlak sözcüğüne dair klasik sözlüklerdeki filolojik malumat, ahlakın yer aldığı metinlerin anlaşılması için semantik bir zemin hazırlamaktadır. Ahlakın sözlüklerdeki anlamı ve algılanışı, bu sözcüğün klasik dinî, felsefî ve edebî metinlerdeki kullanımında içkin durumdadır.